Okur-ken

BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ

Kurbağa, çocuğa seslendi: “Korkma, sana yardım etmeye geldim.” Çocuğun gözleri fal taşı gibi açıldı, vücudu tir tir titriyordu. İnsan, konuşan bir kurbağayla her gün karşılaşmaz ya! GörAdüğü öbür dünyadan gelen bir ruh muydu? Yoksa bir şeytan? Koca benekli kurbağa, sıcak gülüşüyle sözlerine devam etti: “Sana yeni bir hayatı öğretmek, peşini bir türlü bırakmayan şu hüzün perdesini yavaş yavaş yok etmek istiyorum.” Çocuğun korkuları dağılmaya başladı. Kurbağa, onun zayıf göğsünden içeri süzüldü ve bir bulutu yer gibi çocuğun yüreğinin şeklini aldı.

Beş yaşındayken ona güzel şarkılar söyleyen bir kuşu barındırmıştı göğsünde Zezé. Şimdi de on bir yaşında, adı “Adam” olan bir kurbağaya yer açıyordu.

Şeker Portakalı ve onun devamı niteliğindeki Güneşi Uyandıralım’da José Mauro de Vasconcelos, kendi hikâyesini anlatır. Bu hikâyede küçük Zezé, pek çok hayalî kahramanla birlikte yaşar. Adını Minguinho koyduğu konuşan bir ağacı vardır. Kendi gibi küçük, sevimli bir portakal ağacı. Onun incecik dalına biner, gözlerini kapatır, rüzgâr atının yelesini uçurur. Gömleğini açıp sıska göğsündeki minik kuşu başka bir çocukta şakısın diye serbest bıraktığında yanında o vardır. İçinde hissettiği sonsuz boşluğun ve gözlerindeki gerçek morlukların tek tanığıdır. Sonra Maurice çıkagelir. O sıralarda bakılıp büyütülsün diye, oğlu olmayan bir zenginin yanına verilmiştir. Maurice, Zezé’nin meşhur bir filmde izleyip hayran kaldığı ve babası yerine koyduğu ünlü oyuncudur. Her gece set kıyafetleriyle gelir, uyumadan önce onu dinler, başını okşar, üstünü örter. Bu sevgi dolu adam, sadece Zezé’ye ve onun göğsündeki kurbağaya görünür.

Bazı çocukların güneşi hüzünlü olur, buğulu sislerin ardında uyandırılmayı bekler. Acıyı erken keşfeden çocuklardır bunlar. Sebepli sebepsiz dayak yiyen, savunmasız, içindeki yalnızlığı bir türlü geçiremeyen, yersiz yurtsuz kalan, unutulan çocuklar... Böylesi çocukların -ve aslında her çocuğun- en büyük gücü, gerçek dünyaya hayal ürünü bir dünyayla cevap vermeleridir. Belki de bir meydan okumadır bu, insanların iyi olduğuna dair bir meydan okuma! Kurbağa Adam, elbette bir düştür ama Zezé’ye insanları öylece kabul edip ilerlemeyi, geçip gitmeyi, umudu öğretir, onun güneşini parlatır. Maurice de tam Zezé’nin istediği gibi onu dinleyen, kucaklayan, seven, şefkat dolu hayalî bir babadır.

Bebeklerin analarının beşiğini salladığı, develerin tellal, pirelerin berber olduğu masallar da aynı hayal gücünün ürünleridir ve aynı gayeye hizmet ederler. Nesnel dünyanın yanına inşa edilen bu fantastik dünyada hep iyiler kazanır. Masallarda zorluklar, acılar, aşılması gereken dağlar vardır. Ama hayal gücünün sınırsız olanakları devreye girer ve bir de bakarsınız hepsi “bir varmış bir yokmuş” olur, yepyeni ufuklar açılır.

En gerçekçi yazarlarda bile “bir varmış bir yokmuş”un izlerine rastlarız. Maksim Gorki, Çocukluğum’da o acı gerçekliği bir duvar gibi insanın yüzüne çarpar ve masallar, yere dökülen duvarın döküntüleri arasında ışıl ışıl parlar. Gorki de Vasconcelos gibi gerçek dünya ile erken tanışmış ve yaşadıklarını üçlü seri hâlinde kitaplaştırmıştır. Çocukluğum’da babasını kaybettikten sonra garipliklerle dolu, herkesin birbirini kıskandığı, akıldan nasibini almamış bir ailenin içine yani dedesinin evine nasıl düştüğünü anlatır. Kasvet dolu bu evde çocuk Gorki’nin minicik bedeni ninesinin anlattığı masallara tutunarak ayakta kalır. Burada Zezé’nin hayalî kahramanları, Aleksey’in masallarına dönüşür ve ikisi de derin bir boşluğu doldurmaya çabalar. Adına şefkat dediğimiz derin boşluğu! Gorki’nin “Onda kök salmıştım.” dediği ninesi bu boşluğun farkında olan tek insandır. Ve her zaman torunu için yaşamı daha anlamlı daha güzel kılan bir masal seçmeyi bilmiştir. Küçük Aleksey, payına düşen acıyı, iyi yürekli eşkiyalara, ihtiyarlara, ermişlere, gulyabanilere, cinlere, meleklere dağıtır.