Ah Bir Sabah Olsa

Mecaza hiç mecalim yok. “Bu memlekette de bir gün sabah olursa...” diyen şaire kıyasla çok kişisel ve net isteklerim var. Sözcüklere yeni anlamlar yükleme takatinden çok uzağım. Gün ışısın penceremde, perdelerim aydınlansın yeter. Bir de şu amansız beyit zihnimden uçsun. Hepsi bu kadar. “Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir / Mübtelâ-yı gâma sor kim geceler kaç saat.”

Kaç saat? Bilemiyorum. Sabah olmuyor bir türlü; onu biliyorum. Bir o yana bir bu yana dönmekten başım döndü ama akrep de yelkovan da hâlâ yerinde. Bir de Nezaket Hanım... Bir kere olsun dönüp bakmadı. Hasta olduğumu bilmiyor değil. Ağlayıp yas tutmasa da bey nasıl oldun, bir ihtiyacın var mı deyiverseydi. Alacağı olsun, kımıldamadı bile.

Saat de üçe takıldı kaldı. Daha bunun beşi de var. Üç-beş. Askerlik anılarım. Hoş geldiniz. Doğrusu gecenin bu saatinde sizi beklemiyordum. Yalnızım sanıyordum. Ben de her Türk askeri gibi o efsane nöbeti tuttum. Hem de saati saatine, tam üç-beş. Saat 02.45’te er Mehmet geldi yatağımın başına. “Hadi, uyan!” dedi. “Nöbet vakti.” Yatarken hazırlıklıydım zihnen. Hemen toparlandım. Yeşil elbiselerimi giymeye başladım hızlıca. Belimi neredeyse tamamen kaplayan palaskamı taktım. Aşağıya doğru sarkan uzun rüzgârlığımı tam belimden boğdum. Botlarımı bağladım. En son kepimi taktım. Nöbete hazırdım. Vücudum zayıf ama yüreğim kuvvetli. Görev alanı: Yatakhane koridoru. Görev: Botları beklemek!

Ah bir sabah olsa... Olmuyor. Her yerim parça parça şu an. Kemiklerim kırılmış sanki. Ayağımı yorganın dışına çıkarsam hatta çıkarmayı düşünsem bile titriyorum. Karnım da acıkmaya başladı.

Şimdi sıcak bir tarhana çorbası ilaç gibi, nasıl desem ölümsüzlük iksiri gibi gelirdi. Gecenin de bir yarısı. Nasıl etsek? Nezaket Hanım’dan da ne ses var ne seda. Nasıl da uyuyor derinden.

Dolapta gündüzden kalan şehriye çorbası var, biliyorum. Onu mu ısıtsam acaba? Arpa şehriyeler şimdi bütün suyu içine çekmiş, kocaman olmuşlardır. Yağı katılaşmıştır. Ne kadar kaynatsan bir türlü homojen olmaz. Su katarsın salçası kaybolur. Off!..

Zaman da geçmiyor bir türlü. Perdelerde bir aydınlık yok. Her hastalığımdan sonra nekahet döneminde yaptığım gibi sanat müziği listelerimi mi açsam yoksa? Kulaklığımı takarım. Makamlar arasında dolaşırım. Oh ne güzel! Şarkılar bitene kadar şafak söker, Nezaket Hanım çiçekli önlüğünü takar, tarhana çorbasının başına geçer.

Önce uşşak makamı tabii ki. İnsanı hemen sarıverir uşşak. Hani nasıl desem şifalı bir iğne gibi, doğrudan kana karışır, insanı iyileştirir. Kimi makamlar bir hap gibidir. Şifa olur ama yuttuktan sonra ağzınızda bir acılık duyarsınız. İyileşme de biraz zaman alır. Uşşak öyle değildir. Damarlarınızda dolaşır. Gittiği her yeri şifa ile doldurur.

Sanat müziği makamlarını ilaçlara teşbih etmem sağlıklı bir durum mudur acaba? Hasta bedenim ruhumu esir mi alıyor? Sahi, hasta olan ruh mudur yoksa beden mi? Sadece beden ise ruhumuzu biz mi hasta kabul ediyoruz? Kabul etmeme imkânımız var mıdır acaba? Nedir hastalık?

Of, neler saçmalıyorum bir gece vakti. Ah be Nezaket! Bir tas sıcak tarhana çorbası, beni bütün maddi manevi hastalıklardan beri kılacak, amansız bütün soruları kovacaktı.

Kürdilihicazkâr, uşşak makamının kardeşi gibidir. Nihavent biraz havalı, biraz resmî duruyor. Rast, uhrevi âlemlerin sesi. Uşşak mütevazıdır, engel koymaz araya; seversiniz hemen.

Sanat müziğimizin bizi birleştiren, hayatımızın her anına tercüman olan yanını çok seviyorum. Mesela sahneye çıkan şu Kemani Tatyos Efendi’ye bir bakın. Sanatını nasıl da saygıyla icra ediyor. “Gamzedeyim Deva Bulmam...” Sözcükler uçmuşlar ve yerlerini bulmuşlar. Bu güzel güfteyi bizden olmayan biri yazabilir mi? Seyircilerin arasında, en önde sakalını sıvazlayan da Dede Efendi... “Yine Bir Gülnihal” ve “Gitti de Gelmeyiverdi” şarkıları, ancak böyle huzurlu bir gönülden sâdır olabilirdi. Sadi Hoşses “Yıldızlı Semalardaki Haşmet Ne Güzel Şey” şarkısını ömürlük bir eser bestelemenin huzuru içinde okuyor. Semahat Özdenses de her zaman içimizde yeri olan şarkısı “Her Mevsim İçimden Gelir Geçersin”i, iyi ki bestelemişim bu eseri, güzelliğinde seslendiriyor. İyi ki gelmişim ben de bu konsere.

Omzumdaki bu ağırlık da ne böyle? Ah be Nezaket, insan böyle bir müzik şöleninde uyur mu? Uyan Nezaket uyan! Nezaket, gözlerini açıyor. Ben de açıyorum. Gözlerim saati arıyor. Dokuz olmuş.

Nezaket, gerçekten karşımda duruyor. Elleri belinde. “Maşallah!” diyor; “Bakıyorum da keyfin yerinde, yatağa gömülmüş uyuyorsun. Bir de hastayım diyordun.”

Mutfağa giderken uykusunu almış dinç bir ses kulaklarımda yankılanıyor:

“Hadi kalk, mutfağa gel. Çorba var. Mis gibi şehriye çorbası...”

Kalkmaya niyetlenen bedenim birden ağırlaşıyor ve eski plağın cızırtıları arasından yanık bir keman sesi doluyor içime.

“Ahımı, hicranımı sakladım, gizli tuttum...”