Kudüs

İlk kez gidiyorum Kudüs’e. Havaalanına indiğimizde daha önce benzerini çok az yaşadığım tatlı bir heyecan var üzerimde. Pasaport kontrolünde, karşımdaki görevli adımı soruyor. Ali. Baba adı? Hüseyin. Siz bekleme salonuna geçin deyip pasaportumu başka bir görevliye veriyor. Artan gerilimi, o tatlı heyecanımla bastırıyorum. Her kafileden bir iki kişiyi bir müddet bekletme nedenlerinin, gelenleri tedirgin etmek olduğunu tahmin edebiliyorum. Beklediğimiz salona görevli arada geliyor, kısa sorular soruyor, gidip bir süre sonra tekrar geliyor. İki saatlik beklemeden sonra sırıtarak geçebileceğimi söylüyor. Orada yapılabilecek tek şey var o da daha fazla sırıtmak.

Yafa’ya geçiyoruz. Deniz kenarında sakin bir liman şehri. Ekipten ayrılarak Abdülhamid Han döneminde dikilmiş Saat Kulesi’ni merkeze alıyor ve etrafındaki sokaklarda yalnız başıma dolaşıyorum. Bir bakıma Kudüs’e girmeye hazırlıyorum kendimi. Saat Kulesi’nin hemen karşısındaki Mahmudiye Camii’nin avlusunda buluşuyoruz. Yan tarafta küçük bir handa, girişine Türk bayrakları asılmış dükkân sahibinin çay ikramını elbette geri çevirmiyoruz. Yafa’nın ara sokaklarını rehber eşliğinde geziyoruz. Denizi, kıyıdan yalnız seyrediyorum. Karanlık çöküyor. Kudüs’e yolculuk başlıyor. Ekipte, Kudüs’e ilk kez gelenlerin sayısı oldukça fazla. Herkes kıpır kıpır.

Kudüs Üniversitesindeki sempozyumdan ayrılıp şehir merkezine gitmek için halk otobüsüne biniyoruz. Yanımdaki arkadaşla henüz oluşturulmamış bir Kudüs literatürü üzerine konuşuyoruz. Eli kalem tutan herkesin görevi olmalı diyor. Hamasete kaçmadan yapılmalı ne yapılacaksa diye ekliyorum. İnsanların beslendiği hikâyelere ortak etmeliyiz Kudüs’ü, diye devam ediyor. Otobüs bir süre gittikten sonra duruyor. İneceğimiz durağa geldiğimizi düşünerek biz de inmeye hazırlanıyoruz. Bir süre sonra kontrol noktasında olduğumuzu anlıyoruz. Otobüsten inenler tek sıra hâlinde diziliyor. İsrail askerleri sıradaki herkesin kimliklerini tek tek kontrol ediyor. Bunun sürekli yaşandığını düşünmek ne kadar ağır bir psikoloji. Otobüsün camından etrafı seyrederken planlı ve birbirine mesafeli bir şekilde binaların yapıldığını, bazı bina inşaatlarının da sürdüğünü görüyorum. Bunun ne anlama geldiği çok açık. Kuşatma çok yönlü ve durmadan devam ediyor. İsrail her tarafı sarmış durumda. Ama biz daha çok aralarda kalmış Filistin’i görmeye çabalıyoruz. Etrafta görünen duvarlardan başımız dönüyor. Çok kısa sürede merkeze ulaşabilecekken şehre saplanmış duvarlarla mesafe uzadıkça uzuyor. Duvar, Kudüs’te daha ağır anlamlara geliyor.

Zeytindağı’na çıkıyoruz. Soldaki gri olan kubbenin Kıble Mescidi’ne, sağdaki altın renkli kubbenin ise Kubbetü’s-Sahra’ya ait olduğunu anlatıyor rehber tekrarlayarak. Herkes, içinde uzun bir yolculuğa çıkmış, rehberi dinleyen yok. Rehber vadiyi baştan başa göstererek Hz. İsa’nın yolculuğunu anlatıyor. Uzaklara bakınca, kökünden sökülmeye çalışılan zeytin ağaçlarının kaderiyle Filistinli gençlerin kaderinin benzerliğini düşünüyorum. Vadi boyunca uzanan patika yolu takip ederek Zeytindağı’nın yamaçlarını kaplayan mezarlığa bakıyorum. Peygamberlerin de yürüdüğü bu patikalardan çıkamıyorum. Zeytindağı’nda, zeytin ağaçlarına yaslanarak Mescid-i Aksa’nın doyumsuz manzarası günlerce izlenebilir. Zaten tüm dünyanın da yaptığı bu değil mi? Yaslanarak uzaktan Aksa’yı seyretmek.

Mescid-i Aksa’ya girerken polis kontrolü sizi romantik türbülanstan çekip alıyor. Bıçağın sert yüzünü hissediyor, gerçek denilen çukura düşüyorsunuz. Nasıl tepki vereceklerini merak ettiğimden yanımdaki arkadaşa sesli bir şekilde Türk bayrağından bahsediyorum. Etraftaki polisler toplanıyor. Tedirginlikleri gözlerinden okunabiliyor. Hâliyle beni tekrar tekrar arıyorlar. Sırıtarak cevap veriyorum. Sadece Müslümanların girebildiği Mescid-i Aksa’nın kapılarında, kontrolü Yahudi polislerin yapması ironi değil de nedir? Kapı aralığından Kubbetü’s-Sahra’nın kubbesi görününce kısa süre de olsa yüklerinden kurtuluyor insan. Dünya bir anlığına sararıp aydınlanıyor. Ekip, anlaşmış gibi dağılıyor. Herkes yavaş adımlarla kendi dünyasına dalıyor. Kıble Mescidi’nde kılınan şükür namazından sonra bahçeye çıkıyoruz.

Musa Bey gelene kadar merdivenlerde oturup ziyaretçileri seyrediyorum. Yüzlerine yansımış huzuru görebiliyorum. Zihnimde Akif İnan’ın mısraları geziniyor: Sanki bir yer altı nehri çağlıyordu... Etrafı derin derin izlememin keyfini anlatmak mümkün değil. Baktıkça miraç somutlaşıyor. “Burak dolanırdı yörelerimde /Miraca yol veren hız üssü idim...”

Bahçede dolaşarak devam ettiriyorum huzuru. Kâselerine bir avuç da olsa Aksa toprağı dolduran Türk kadınlarını görüyorum. Çocuklar Aksa’nın bahçesinde top oynarken başlarından ayrılamıyorum. Nasıl sevecen baktıysam biri maçı durdurup topu eline alıyor ve yanıma geliyor. Diğeri kaleye geçiyor. Kısa bir süre de olsa aramızda top çeviriyoruz. Ayrılırken vedalaşamıyoruz.