Güneş, vermenin, güzelleştirmenin, bereketin ve huzurun en sıcak elçisi. Soğuk yüzlere, donuk kalplere ve üşüyen yalnızlıklara ufuktaki en iyimser tebessüm olmakla meşhur olan... Canıgönülden tevhidi arayanlar için kucak açıyor yeryüzünün tüm kıyılarında. İbrahimî bir arayışa ilk durak oluyor doğuşu. Azer’in putlarına nefret kusan İbrahim, onun her sabah tüm tabiata ışık olan, geceleri göğün koynundan sıyrılarak yerini Ay’a emanet eden muhteşem bir görevli olduğuna kanaat getiriyor. Fakat yıllar yıllar önce Rabbin nuruna yalnızca bir elçi olduğu bilinen Güneş, Mekke’nin dar ve toprak kokulu sokaklarında yaşayan Ebu Hureyre’ye, tevhide hiç de uymayan bir lakap oluyor; “Güneş’in kulu”. Varlığının her ânı yerin ve göğün yaratıcısını tespih ederek geçerken ona bu zulmü layık gören cahil Mekke ahalisine ne denilebilir ki? Şükür ki Allah Resulü, Ebu Hureyre İslam’la müşerref olur olmaz bu zalimliğe bir son veriyor ve “Rahman’ın kulu” olarak çağırıyor onu. Ve tabii bir de Kedilerin Babası olarak tanınıyor Ebu Hureyre. Çocukluğunda koyun otlatırken bulduğu kedileri eteklerine koyarak onları kucağında gezdirdiği için bu lakap verilmiş kendisine. Merhametin tüm kalbini sarmaladığı Ebu Hureyre, Hayber’in fethi sırasında Müslüman olmuş, böylece Nebi’nin dizinin dibinden hiç ayrılmayarak rahmet damlaları hadis-i şeriflerden çokça rivayette bulunmuştu. Ezberlediği hadis-i şerifleri rivayet ederken kendine ait herhangi bir ifadenin araya girmemesi için, “Bu benim kesemden.” diye özellikle belirtir, Nebi’nin vefatından sonra rivayet ettiği hadislerde depreşen özlemiyle gözyaşlarına hâkim olamazdı. İslam’la daha da güzelleşmişti onda merhamet.
Birçoğumuz için nasılsa Ebu Hureyre için de annesi, gönlünü süsleyen nadide bir çiçekti. Kalbini İslam’la yeşerttiği hâlde, annesi bu bereketten mahrum kalıyor, onun günbegün küfrün içinde erimesi Ebu Hureyre’yi perişan ediyordu. Güneşin yavaş yavaş gökten sıyrılmaya başladığı bir akşamüzeri, yine hakikat yoluna çağırdı Ebu Hureyre annesini. Fakat ne mümkün gerçeği ısrarla örten birinin kalbine giden yolu bulabilmek? Bilerek uyuyan birini uyandırmanın bir yolu var mıydı? Annesi her seferinde büyük bir öfkeyle onu azarlıyor, yetmezmiş gibi Kâinatın Nuru’na da dil uzatıyordu. Ebu Hureyre’nin yanaklarından aşağı süzülen yaşların sıcaklığı, yanan kalbinin emaresiydi. Üzgün çehresi ile soluğu Hz. Peygamber’in (s.a.s.) yanında aldı. Ona: “Ya Resûlallah! Ben annemi sürekli İslam’a davet ediyorum. Ancak o kabul etmemekte ısrar ediyor. Bugün yine onu İslam’a davet ettim. Bana, senin hakkında duymaktan hoşlanmayacağım şeyler söyledi. Allah’a dua etsen de Ebu Hureyre’nin annesine hidayet etse.” dedi. Öyle mahcup ve yorgundu ki. Resûlullah: “Allah’ım! Ebu Hureyre’nin annesine hidayet et!” diye dua etti. O anda Ebu Hureyre’nin sevinci göklere yükseliyordu. Rab, annesini de imanla terbiye edecek mi bilmiyordu. Ancak Nebi’nin onu kırmayarak hemen annesi için niyazda bulunması ayaklarını yerden kesmişti. Nitekim kısa bir süre sonra annesi Müslüman oldu.
Yıllar yılları kovalıyor, Ebu Hureyre, İslam’a hizmet eden bir nefer olmak için elinden gelen gayreti gösteriyordu. Gecelerini üçe bölüp bir kısmında ibadet ediyor, bir kısmında uyuyor, bir kısmında da hadis müzakere ediyordu. İslam’ı geç benimsediği için kaybettiği yıllarını böyle telafi etmekti niyeti. Peki ya bizler? Kaç parçaya ayırıyoruz günümüzü? Ümmetin dertleriyle dertlenip hemhâl oluyor muyuz kendimizle? Geceleri içimize doğacak güneşe fırsat vermek için kurtarabiliyor muyuz yakamızı malayaniden? Tefekkür yalın ayak gezerken zihnimizde, tutuyor muyuz ellerinden? Belki de duygularımız ve istiğfarlarımız gözlerimizden birer nehir olur akar diye, kendimizi açmaya korkuyoruz bizi bilen O’na. Oysa birkaç damla gözyaşı nilüfer çiçekleri açtırır gönlümüzün kurak kıyılarında. Geceyi kalbimizi iyileştirmek için ayırmak, Hureyrece çıkılacak bir yolun ilk adımını atmak, kim bilir neler kazandırır bizlere, zamansızlıktan yakındığımız şu günlerde. Durmaktan, durulmaktan ve kendimizle baş başa kalmaktan korkuyor muyuz acaba?