Kilitli kalmış yaşanmışlıklar…
Bir ezgi, anahtar işlevi görür mü hiç?
Hatıralar tamda bir düğmeye basıldığında ışık saçan lamba gibidir. Üzerine hafifçe dokunmamız bile yeterli olur. Fakat dokunmak için bir eylem şarttır. Bu eylem belki bir tını, belki bir koku, belki de bir objedir… Bir yıl önce Güzel Sanatlar Lisesinde çalışıyordum. O gün son ders saatim resim bölümündeki öğrencilerimle idi. Üzerimde dokuz saatlik dersin ağırlığını hissederek, üslü sayılar konusunu anlatıyordum. Parmaklarım, tahtaya yazdığım rakamlar arasında, öğrencilerim, son ders saatinin yorgunluğundaydı.
Tam da üssün üssü kurallarını açıklarken, müzik bölümündeki sınıfların birinden gelen piyano sesi birden sınıfın tüm havasını kaplamaya başladı. Önce hafifçe süzülen birkaç nota, ardından derinlere inen bir melodi… Dersi anlatmaya devam ediyordum. Fakat ruhum yavaş yavaş bulunduğum noktadan çok uzaklara gitmeye başlıyordu.
Notalar estikçe dört yaşındaki günlerime dönüyordum. Düğmeye basılmıştı anlaşılan.
Büyük dedemin evinde, kitaplarının arasındaki toz kokusunu hissediyordum. Bir duvarını ahşap raflardaki kitaplar, başka bir duvarını Mekke hatırası duvar halısı süslüyordu. Yerde serili duran babaannemin dokuduğu rengârenk kilim gözlerimi kamaştırıyordu. Sedirin üzerinde oturan büyük amcalar, babamın kuzenleri, yengeler, dedem, babaannem, babam, annem ve daha çok küçük olan ben… O büyük adam, her zamanki bilgece tebessümüyle aile efradını etrafına toplamış, eski kitaplardan birini açmıştı. Derin, tok sesiyle okumaya başlamıştı. Onun okuduğu her kelime, âdeta bizi yüzyıllar ötesine götürüyor, tarihin gizemleriyle buluşturuyordu.
Duvarda asılı ahşap rafların üzerine ilişiyordu bir anda gözlerim. Zamanın izlerini taşıyan ciltli kitapların sararmış sayfaları ve kabartmalı deri kapakları oldukça büyüleyici duruyordu. O eski kaynakları gördüğümde içimde tarifsiz bir heyecan uyanıyordu. Büyük dedem bazen peygamberlerin hayatından bazen Efendimiz’in (s.a.s.) hayatından, bazense uzak diyarların maceralarından bahsederdi. Bir gün, Göktürklerin Bilge Kağan Yazıtları’ndan pasajlar okurken, ertesi gün Binbir Gece Masalları’ndan büyüleyici bir öykü anlatırdı. Kimi zaman Efendimiz’i (s.a.s.) daha iyi anlamamız adına sahabe efendilerimizin hayatlarına dalar, kimi zaman Mevlana’nın Mesnevi’sinden hikmetli bir hikâye paylaşırdı. Her biri birer kapıydı; bambaşka dünyalara açılan, uçsuz bucaksız ölümsüz kapılar.
Bu çocukluk heyecanım yıllar içinde bende hiç kaybolmamıştı. Büyüdükçe sahafları gezmeye, eski kitapları toplamaya başlamıştım. Her kitap, büyük dedemin okuduğu eski ciltleri hatırlatıyor, o çocukluk heyecanımı yeniden canlandırıyordu.
Piyanonun sesi, büyük dedemin sesiyle iç içe geçmiş gibiydi. Melodi her yükseldiğinde, dedemin sesi de büyüyordu. Birkaç nota daha… Sayfaların hışırtısı, dedemin sesi, piyanodan yükselen müziğin titreşimi...
Bir an kendime geldim. Tahtaya tüm konuyu yazmıştım. Piyanonun sesi hâlâ devam ediyordu. O eşsiz parça hangi öğrencimin parmaklarından dökülüyordu kim bilir?
Büyük dedemin kitaplara olan aşkı, bir piyanonun tuşlarıyla yankılanmış, beni çocukluğuma geri döndürmüştü.
O an fark ettim ki matematik ve müzik, sandığımızdan çok daha derin bir bağa sahipti. Ve ben o gün, ders anlatırken bile bir melodiyle geçmişe dokunabileceğimi öğrendim.
Öğrencilerime dönüp hafifçe gülümseyerek tebeşir tozuna bulanmış ellerimi sildim.