Şehrin bu suskunluğunda nereye gidebilirdim ki? Sokağa çıkma yasağı vardı zaten. Sokağa çıkmanın yasak olduğu günlerde, pencerelerimizde sessiz bekleyişlerimiz oldu.
Bugün, akşam vakti penceremden baktığımda daha önceleri neleri kaçırdığımı o anda fark ettim ve hissettiklerimi paylaşmak istedim. Güneş kaybolmuş ama hava tam kararmamıştı, bahçenin ışıkları yandı. Hafif bir rüzgâr esintisi eşliğinde, yaz akşamının ılık ve dokunaklı sesini duydum. Bu, huzurun sesiydi. O anda hiçbir yapay ses bozmamalıydı bu sessizliği. Evet, gerçekten de bir müddet öylece, beş duyu organımın misafiri oldum. Her zaman ben onlara hükmederdim, şimdi onlar beni tıpkı bir misafir gibi ağırlıyorlardı. O hafif esintinin sesi, daha önce hiç hissetmediğim bir şeydi.
O an dünyanın en mutlu insanı olduğumu düşündüm. Nefes alıyordum, çok şükür; duyabiliyordum sessizliği bile. Görebiliyordum gökyüzündeki tek tük yıldızları. En önemlisi de hiçbir ücret ödemeden, nefes alıp verişimi hissedebiliyordum. Daha ne isterdim ki! Farkında değildik belki ama dışarıdaki havanın bizim için ne kadar önemli ve ne kadar vazgeçilmez olduğunu düşünüyor, düşünüyordum...
Akşam vakti, yani her zamanki o vakitler, insanlar evlerinde hep bir şeylerin telaşındadırlar. Gelecekler vardır; onlar beklenirken nerede kaldılar diye telaş edilir. Sofra kurulmalı mı? Yoksa acele etmemeli mi? Yemekler soğur mu? Her akşam vakti bir telaştır, yaşanır. Bu telaşın sahibi en çok annelerimizdir.
Bu sonsuz telaşın içinde ben, Güneş’le Ay yer değiştirirken bir şeylerin sonunu ve başını gördüm akşamın kızıllığında. Bir şeyler sonlanırken bir şeylerin başlamasının ne kadar huzurlu bir alışveriş olduğunu fark ettim. Sığındım akşamın gri bakan saflığına. Gece kuşlarının korosunu dinledim. Bu vakitler, gecenin sessizliğine yürüme vakti.
Gece, ey gece! Akşamın dinginliğini, gece kuşlarının ninnilerini yanıma alıp rüyalarımı ödünç alan masal kuşları ve ben, penceremin önünden geçen uçan halıyla birlikte sana Binbir Gece Masalları’nı sunmaya gelsem, tam bin gece...
Kalbim ve beynim arasındaki yolculuğu, davet edildiğim pencere kenarında bugün akşamı izlerken fark ettim. Her gün aynı şeyler olurken, bugün bu duygular bende nasıl bir yol buldu, bilemedim. Akşamın bu güzel makamında, ağaçların yaprakları duyabileceğim sessizlikte ve huşu içinde sessizce bana seni anlatıyordu. Ve ben, kalbimden beynime giden yoldaki huzuru sana sunmaya geldim, ey gece!
El ayak çekilmişti sokaklarından. Seni hiç bu kadar sessiz ve mutlu görmemiştim. Sen kendinle baş başa kalmanın huzurunu yaşıyordun, ben de kendimle. Mutluluğun, yüzünden okunuyordu. Yalnızlığı sevsen de şahitlik gibi bir görevin vardı senin, biliyordun. Bunu, penceremden akşamın sesini dinlerken yine senden duydum. Ve gördüm. Ancak kendini bilen biri seni görebilir, ancak kendini duyan biri seni duyabilir. Çünkü işitmek duymaya yetmez ve yalnızca bakmak, görebilmeyi sağlamaz.
Evet, geceler dinlenme yeridir, ama mademki uykular delinmiş, elbet bir sebebi vardır. Senden bir şey isteniyordur. Yem etme geceni uyanmışsan, insan olarak şükrünü sun seni gönderene. İnsan kalabilmek adına akdini yenile. Verilmemişler değil alınmışlar senindir. Mutlu olmayı dene. Bak gör, o zaman her şey senindir.
Oysa artık, gün ışısa da karanlığa alışmıştır gözler. Çünkü şehrin insanları için geceler de sabahlar da bomboştur. Suçumuz seni duymamaktı ey şehir! Sen seslendin biz duymazdan geldik. Duymuyorduk çünkü kulaklarımız tıkalıydı. Görmüyorduk, gözlerimiz kapalıydı. Varlık sebebimizi unutmuştuk. Her şeyden bihaber bizler, sana bakmayı bilemedik, sende kalmayı da. Çünkü bir şehrin feryadını, ancak duyabilen ve görebilen insanlar fark eder.
Şehrin insanları, bizler, kendimize gelip senden af dilemeliydik ey şehir!
Söz vermeliydik bir daha yapmamak üzere.
Unutmamalıydık geçmişi, geleceği umutla bekleyişini.
Sen ey şehir, yine de aç kapılarını!
Aç kapılarını; geldim yahut geliyorum diyene,
Ben bu yolu seninle yürüyebilirim diyene,
Bu yolda ben de varım diyebilene.
Aç bize o gönül kapılarını.
Sen ey şehir,
Arındır bizleri o kocaman yüreğinde.