Elimden kaçıp giden mutluluklar sargılı olarak geri döndüklerinde sebebini sormadım. Yalnızlığın kaygısızlığında serpilmiş büyük hayat planları geçmişin kalbine hançer sapladığında orada değildim. İçe çıkılan yolculuğun, bencillikle şişinen benliğin zaaflarını bir bir geride bırakmak adına yapılması gerektiğini tonlayan vahye kulaklarını tıkadığında özüne içerlemeyen ben değildim. Maddi çıkarlar, “ben geliyorum”cu çakarlar ve “seyredin beni” sesleri arasında 2.0 medeniyet diye piyasaya sürülen Batı’nın dünyaya attığı en son çelmeden muzdarip ruhlara “Durun, bu medya çıkmaz sokak!” diye ünleyene karşı durmadım. Ellerimi açtığımda gönlümün sırlarını ve hüzünlerimi arz ettiğim Yaratıcıma karşı Âdem’den beri düştüğümüz hâllerin serencamını şikâyet ederken O’nun peygamberlerine yapılanlar zihnimde canlandığında cüretime şaşıran gönlüme kızan ben değildim. Tan yeri ağarırken hâllerini düşündükçe ağladığım insanların kendi elleriyle yaptıkları sonucu çektikleri ve çektirdikleri acılara sürülemeyen merhemi ben icat etmedim. Kısa hayatın uzun emellerine müptela olmuş, kuşku ve endişe sisinde birbirlerine işaret verip yollarını bulmaya çalışan, birikimlerini varlık sebebi yapmış, gözlerini toprak dahi doyurmayan dünyalılara sesini duyuramadığında kalbi sıkışmayan olmadım. Hislerini kopuk hayaller bekleme salonunda unutanların üstten bakış atmalarına seyirci kalmadım.
Hayatın tirajı yüksek, trajikliğinde debelenenlerin uzatılan elleri hor görmelerine ve kendi bataklıklarının reklamını yapmaya devam etmelerine şaşırmadan edemedim. Kötülüğün son cazibe merkezi olarak sürülmüş dijital tarlaya korkuluklardan korkmadan üşüşen kargaların telaşlarını hayretle seyrettim. Her döndürüldüğünde farklı şekiller çıkaran bir kaleydoskopa benzeyen ve aldatıcı vizyonlarla gözlerimizi boyayan yapmacıklıklara kapılanları gördükçe içimin yağları erimedi. Kendimizden bildiğimizi, bilmeden sevdiğimizi, tartmadan benimsediğimizi farklı boyutlarda gezinirken gördüğümde kendimden şüphe duymadım. Başladığım cümleyle bitirdiğim kelime arasında şahit olduğum anlam gelgitlerinin sebebi olan semavi bir cezbedarın varlığını inkâr etmedim. İçime yerleşmeye çalışan şüphe kurtlarının kemiremeyecekleri bir zırha bürünmem için gerekenleri toplamam, aklımın bir karış boyu yükselmesinden daha uzun sürmedi. Rahman’ın “Öyleyse Rabb’inizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz?” diye seslendiği insanoğlunun nankörlerinden olmamak hedefim hiç aklımdan çıkmadı. Seccademde biriken yakarışların merkezinde, dolu misali üzerimize boca edilen ve şatafatlı, eğlenceli ve cazibeli hayatlar gibi makyajlanan fakat koçluklarla yürütülen “yaşam tarzları” yer almadı.
Leblebi tozu püflediğim ve sokak çamuruna bulandığım çocukluğumda yaşken eğilmeyenlerle mücadelelerim hayatın demini tatmış büyüklerin takdirini kazandığında şımaran taraf olmadım. Üst perdeden gösterişçi, alt perdeden kibirli aksanların kulak tırmalayıcı bestelerine maruz kaldığımda sessizliğimi mağlubiyete yoranlara, elimden acımaktan başka bir şey gelmedi. Onların hamlıklarına acı acı gülümsemekten başka yapabileceğim bir şey olmadı. Ters şeritten giden hayatların acil servise götürülmeleri gerekirken rol modeller olarak sunulmalarına tahammül gösterenlerden olmadım. Küçük dünyalarımızın küçük süsleriyle mutlu olabilen küçük yüreklerimiz kara tahta, kara önlük ve kara kömür üçgeninde dolanırken şikâyet edenlerden olmadım. O zamanlar bir gazozla veya çatapatla açıveren yüzlerimiz, sırayla beraber oynadığımız oyuncaklarımız, sobada pişen aşlarımız, yetinmeyi bilen kalplerimiz varken hayatın yükünü bugün göklere çıkaranların tahayyüllerine şaşkınlığımı gizlemedim. Peri tozlarıyla simlenen çocukların büyümeye geç kalmalarına sebep olan şımarıklıkların bize nelere mal olacağına dair umutsuz öngörülerimi savsaklayamadım.
Kaderi, ters dönmüş kaplumbağa gibi yorumlayanlara ram olmuş, sevinç ile üzüntü anlarını birbirine karıştıran insanlardan, dikenli tellerden geçmeyi göze alarak girdikleri yasaklı bölgelerde gençliklerini tüketenlerden, hâl tercümesi anlaşılmaz bir dilde yazılanlardan ve zihin gürültüsünü duyurmanın derdinde olanlardan hazzetmedim. Sanatın insana sunacağı manevi aşamaları göz ardı edip onu sanatla madde kuyusuna atmaya çalışanlara saygı duymadım. İnsanlara sundukları reçetelerin onların tüm hastalıklarına şifa olduğunu iddia edenlerle ve toplumu şöhret kazanmanın sadece bir aracı olarak görüp bu uğurda ifsat edici yollara başvuranlarla işim olmadı. İtibarı sayılarla hesaplayan, kimliğini alıcıların gündemine göre ayarlayan, kullan-at formüllerle ruhları tamir edebileceğine inanan, hazır emeklerin üstüne konarak ilerleyen ve kurulmuş sahnede dikildiği hâlde mangalın külünü başkalarına bırakmayan figüranlara muhabbet beslemedim.