Söyler elbet hâlini Fıtnat meseldir ehl-i derd
‘Aşk ola bir sînede eş’âr kendin gösterir
Fitnat Hanım
Gündelik konuşmaların içinde öylesi bir an... Birileri belki ciddi öğütler veriyor bize, belki hayat memat kabilinden tecrübelerini paylaşıyor bizimle. Ama kelimelerin ucunu ne denli kanatırsa kanatsın, verdiği örneklerin içini ne denli doldurmaya çalışırsa çalışsın bir şeylerin eksik kaldığının farkında. Nereden mi biliyoruz? Çünkü konuşanın yerinde bazen biz de oluyoruz. Derken, dinleyenlere artık sözün sonuna gelindiğini müjdeleyen o meşhur giriş cümlesi giriyor devreye: “Hem ne demiş atalar...” O vakit, onca uzun konuşmanın söylemeyi beceremediğini üç beş kelimeyle anlatabildikleri için ataları ayrı bir seviyoruz. Peki kimdir bu atalar? Dala bakan keçiden hesap bilmez kasaba, kendini buğday ambarında sanan tavuktan kaşığın sapını kimlerin yapabileceğine onca gözlemi ne ara yapabilmişler? Ya da atalar denildiğinde zihnimizde nasıl bir görüntü uyanıyor? Hadi itiraf edin, benim gibi sizin de hayalinizde aynı görüntü canlandı: Ak sakallı, yetmiş seksen yaşlarında, başında telliği bulunan, ince uzun suratlı, kalın kaşlı bir dede siması...
Benden uyarması: Atalar sözü denildiğinde aklımıza yalnızca ak sakallı dedelerin söylediği sözler geliyorsa şiddetle yanılıyoruz demektir. Şayet atalar bilgisi içinde, saklanan samanın zamanının geleceği, kara günde ak akçeye ihtiyaç duyulacağı, mart aylarının kazma kürek düşmanı olduğu gibi tecrübeler varsa ya bu sözleri elleri çatlak, alınları kırışık, saçlarına aklar düşmüş analar söylemiştir ya da bizim ata adıyla bildiklerimiz, kadın-erkek karışık toplumsal birikimin temsilcileridir. Ki o karışıklıkta bile ben, anaların oranının hayli hayli fazla olduğunu düşünüyorum. Zira kadınlık, yarını da düşünmek demektir. Aylar sonra doğacak çocuğa, hiç de malayani olmayacak bir ifadeyle, don biçmesi gerektiğini bilen varlıktır kadın.
Yazımıza neden böyle itiraza yakın bir girişle başladım? Şu yüzden: Madem sohbetlerimizin genel konusu güzel insanlardır ve önceki sohbetlerimizden birisinde büyük şairimiz Laedri’yi konu edinmiştim, o hâlde şairimiz Nisayi de hem konuşulmayı fazlasıyla hak ediyor hem de -Nisayi’nin kadın kimliğinden dolayı- yazımızın girişinde, atalar sözündeki anaları hatırlamak zorunlu hâle geliyor.
Ama kafaların karışmaması için öncelikle bir bilgiyi burada hatırlatmam gerekiyor. Nisayi mahlasını kullanan ve on altıncı yüzyılda yaşamış kadın bir şairimiz vardır. Hatta Şehzade Mustafa’nın ardından mersiyeler yazan şairler arasında en cesur sözleri söyleyen de kadın şairimiz Nisayi’dir. Böyleyken bu yazının konusu durumundaki Nisayi o değildir. Ya da yanılıyorum. Yazımızın konusu olan Nisayi’ye, Nisayi mahlasını kullanan kadın şairimiz de dâhildir. Peki kimdir Nisayi?
Büyük sanatkârlar, eserlerini bitirdikten sonra onların bir taraflarına imza atmaktan haz duyuyor olmalılar. Onca çaba, emek, mücadele, kör dövüşü o haz hatırına veriliyor olsa gerek. Bir anlamda akan alın terinin, dikkatli parmakların, yıllar süren ustalaşma aşamasının mükâfatıdır o imza. Geleceğin görmeyi bilen gözlerine, zamanın bir yerinde Yunus’un, Da Vinci’nin, Âşık Paşa’nın, Sinan’ın, Shakespeare’in yaşadığını göstermektir.
Belki bir resmin sağ alt köşesinde belli belirsiz fark edilen birkaç harf, belki muhteşem bir caminin mütevazı bir köşesindeki taşların üzerine vurulmuş özel çekiç darbeleri, belki de gazellerin son beytinde, koşmaların son dörtlüğünde vakarla duran Baki, Fuzuli, Karacaoğlan, Veysel mahlasları... Tüm bunlar, o eseri marka hâline getiren dokunuşlardır. Aynı zamanda sanatkârın kendi tarzına, üslubuna güvendiğinin; vurulan çekiç darbelerinin, yazılan her bir dizenin, öylesine sanılan fırça izlerinin arkasında durduğunun işaretleridir. İşte Nisayi, o imza hakkından mahrum bırakılmış şairdir, yazardır, ressamdır...
Gidenlerin ardından ağıtlar yakar: Çanakkale’ye giden bin üç yüz on beş doğumluların ardından gözü yaşlı bakandır o, Akdereli Cemal’in katillerine “Niye attınız kuyuya?” diye sorandır, aramızdan ayrılanlar adına “Kalkın arkadaşlar ölümü soyun/ Nişanlım duymadan mezara koyun” diyerek konuşandır. Fakat çaresizlik kadar kabullenişi de ifade eden sözlerinin sonuna imzasını atamaz. Sözleri, anonim kabul edilip geçilir.
Neymiş anonim; güya söyleyeni belli olmayan, toplumun birlikte ürettiği eserler demekmiş. Hiç aklınız alıyor mu Allah aşkına! Hâlâ toplum içinde yaşıyoruz, kaçımız kaçımızla bir araya gelip ortaya, ortaklaşa üretilmiş bir eser çıkarıyoruz? Hadi bir araya gelemedik diyelim, onca sosyal iletişim araçlarımız var. O tür sosyal iletişim guruplarında yazılanları bir araya getirsek ortaklaşa üretilmiş hangi eser bulunur elimizde?