Büyük pazar yerine giden ağaçlı yolun taşlarında
güneş dingin bir göl oluşturuyor.
Oradan geçiyor kadın siyah parlak gözleri
ve kaygılı bedeniyle yürüyerek
sesin kaynağına açılmak istiyor; o sabah
tepeden tırnağa kırılgan, aşırı duyarlı kadın
ta içinde duyuyor dalların hışırtısını da,
duyulması zor olan şarkıyı da.
Güzel haziran ışığıyla arınmış taş merdivenler
üreticiler için çimle kaplı temiz bir yol gibi
geniş kıvrımlarla uzanıyor ötede.
- Kaldırır kaldırmaz başını yukarı, dolduruyor
yüreğini hatırası geçen günlerin;
sonsuz, huzurlu, kader gülerken yüzlerine
oturuyorlar sevgiliyle, göz göze, ağaçlarla çevrili,
kuytu bir yerdeki o içerlek dükkânda.
O mevsim ah ne kadar sakin, umutluydu
günlerim diye sessizce inliyor kadın,
yürüyor Tanrıdan dileyerek mutluluğu.
Daldırınca adımlarını pırıl pırıl, yumuşak
toprağına yolun ve kuş ötüşleri bastırınca
ağaçların tepelerinden
tıpkı çiseleyen yağmur bulutu gibi serinletince havayı
çiğli kanatları, dağılıyor onun da üstünden kasvetli yeller.
Feraha kavuşuyor birden, daha bir ışıyor gözlerinin önü.
Artık neşeli taşınıyor çocukluk solmayan bahçelere.
Ak bulutlar eğiliyor, tatlılıkla yüzüyor havada.
Tüm patika kaynıyor ince işle;
çıtırdayıp açan güller,
pembe bir esinti hâlindeki özüyle
yayılıyor boşluğa, taşınıyor
gül nefesleri içerisinde ağır ağır sepetlerle
devşirilmiş kirazlar ve yaz elmaları.
Her yeri tutuyor cıvıl cıvıl bir kaynaşma; kırın
sesi ve çocukların. Büyüklerinse capcanlı hareketleri.
O, düşünceli, sessiz, neredeyse çıt çıkarmadan
gidiyor hafiflikle.
Pazar yerine döşenmiş taşların kokusu hâlâ aynı:
-yıldızlar gibi, diri sabah havasına karışıyor
tarih öncesinden şimdiye kadar yapayalnız
esen ses dolu bir rüzgârla.
Kadın, doğrudan yöneliyor merdivenlere.
Öbek öbek üretici toplulukları dört yandan kesiyorlar
yolunu, küçük sekilerinde meydanın,
zorlukla kayıyor tökezleyerek ara sıra.
Bir türlü kurtulamadığı geç kalmışlık hissi
yüzünden huzursuz bir bulut toplanıyor
siyah, iri iri açılmış gözlerinde.
Bacaklarına sürtünen kalın çuvallar
ve vücutlardan örülü engelleri ite kaka yol alıyor
ruhunu burgaç gibi saran
sesin geldiği yöne doğru.
- Onun özlemiyle acı çeken ses, yine:
Ey sevgili, diyor, ey şafağın yüzü!
Yakarıyor ona, suskun,
uzak, kıyısında dünyanın.-
Bir an duraksayıp, dönüyor geriye, arkasına bakınıyor.
Çuvallara tıkıştırılmış şeftalileri taşıyan
pek çelimsiz bir çocuk gıcırtıyla çiğneyip
el arabasıyla, oraya buraya saçılan talaş üstünde
ot demetleri ve şeftaliler arasından kat ediyor
sallanarak alanı, kırmızı, çıplak ayaklarıyla.
Burası meyve üreticilerinin canlandırdığı
girintili çıkıntılı onlarca sokağın kesişim yeri.
Bütün bu devinimin ardında tuhaf, can
çekişircesine derin, ateşli
mırıltıların durağan kıldığı bir
atmosfer hâkim mekâna.
İşte içini saran özlem sıcağı gitgide dayanılmaz
olduğunda pembe ışığın bürüdüğü
çeşitli yemişlerle dolu kuyu ağızlı kapların
ve başlarında duran varoş kadınlarının
çiçekli entarileri arasından geçip
genişçe bir hana giriyor
zemini çıplak toprak olan,
duvarlarda, köşe ve pencerelerde
yaz kış solmayan çiçeklerin ışıdığı.
Onu şeyler çekiyor: - bir dalgalanma,
dünyanın kanı. -
Hissediyor nabız atışlarını Yaradılış’ın.
Uçta küçücük bir dükkân. Çam ağaçlarının
ılık ılık tüten iğne yapraklarının hafifçe
gölgelediği
boş bir sedire oturuyor kadın, hayatı, ruhuymuş gibi
evrenin, yaşama aşkıyla dolup taşıyor.
Çamların öz suyu billur ışıltılarla saçlarına yağıyor
dallardan.
Bir ürperti yalıyor sırtını,
ferahlatıcı, bahar meltemi kadar
tatlı bir his bırakarak.
Hayreti gitgide büyüyor, keskinleşiyor yüreği.
Bu sabah onu bunca yakın hissetmek
ah, nasıl anlatılır, neyle açıklanır ki…
İleride tozlu akıntının arasından bahçelere
doğru nicedir ilk kez bakıyor
kaygı duymaksızın. Ama hâlâ canlı
onu ezmeye çalışan karanlığın kokusu.
Sonsuzmuşçasına uzayıp giden bahçelerin
ucunda, düzensiz şeritler hâlinde kondurulmuş
üç beş evi gösteriyor genç çaycının eli.
Berrak ve dost canlısı ses tonu güven veriyor.
Her bir hareketiyle yüzünde toplanıyor
sessiz ritmi yaşamın;
arada bir koşu gidip, köşe başlarından çıkıveren
ihtiyar kadınların çuvallarını indirmelerine destek oluyor
artık epey tenhalaşan, ağaç lifleriyle döşeli sekilere.
Tedirgin bir ceylan gibi soluk soluğa,
hadi, diye mırıldanıyor, sedirin bir ucundan,
hadi yardım et, yardım et bakalım.
Çayını soğutmuş, besbelli dikkati iyice dağınık.
İplik iplik ter birikiyor boynunda.
Birbirine sürtüyor avuçlarını, titriyor sanki.
Kuruturken terini ince mendiliyle,
okşadı bir an alnını ve boynunu
engin, mavi bir rüzgâr, - sevgilinin ışığı.
Yoksa yakında bir yerde miydi? Eğer öyleyse…
Kokusunu boş yere almamıştı
üzerinde ve çevresinde kubbeleşen
uyumun, baştan çıkartıcı o mevsimsiz esintinin.
Hayır, hayır, boşuna değildi hissedişleri;
bu hissediş kudreti eşi görülmedik bir nimetti,
ah, bileydim nehirler gibi çağıldayan müziklerin
kuyuları nerede? Hangi madende saklı o muazzam
uyumun kaynakları? diye sorup dursa da kendine,
olan biteni, yani en nihayetinde bilinmesi zor düzenin
hem korkutucu hem de koruyan ahengini sezerdi.
O vakit hep bu uçsuz bucaksız denizin gelgitlerine açardı
bağrını.
Kaptırırdı kendini derinden huzurlu akışa.
Evet, çam yapraklarının tertemiz soluğundan
damlalarla yayılırdı her yöne; çok uzaklardan fakat kalbinin
en dipteki noktasından doğan,
hem dile getirilemeyen bir uzaklıkta hem şimdi ve
burada dalgalanıştan doğan açıklığa.
Böyle bir ihsana nail olabilmek için duygu kapılarının
sert kilitlerini kıran bir dua ile kurban gerekliydi.
Eğer insanca bağış dilenecekse sabır önce gelirdi her dilekten.
Şarttı beklemenin üstesinden gelmek, sabırla.
Zorunluluktu sevenin büyük sevgisiyle hizmet eden eyleme
dönüşmesi.
O zaman ancak, adları ve doğru görüntüyü bırakırdı sahile,
bunca dalgalanış.
Sabretmek kolay mıydı ki! Her adımında yakıp
kül edecek olduktan sonra hasret,
ne anlamı vardı yaşamanın.
Daha ne kadar ayrı kalacağım seven gönülden
yeter kanla boğulduklarım, diye ilendi yazgıya
ve kavrayıp narin elleriyle, avuçlarının içine
gömdü yüzünü; yarı öfkeli, yarı boyun eğercesine
kurban olarak sunabilirim kendimi sana, razıyım
çağırsın adımı ansızın gelsin de Yaradılış dedi.
Yeter ki mesafeler kalksın aramızdan, geriye çekilsin
güçlü bir kaynaktan akıp giden parıltılar misali
eşsiz kılıcını kuşanmış Tanrı’nın
yarattığı balta girmemiş çalılık ormanı, diye yakardı.
Sonra taze çayın buharına doğru hafifçe eğildi,
fincanı ağzına götürüp bir yudum içti.
Bekleyiş mutlak bir hasrete dönmüştü artık, nasıl
muhtacım oy! Ya Rabb’i! diyordu, nasıl üzgünüm.
Göğüs geçirirken o, ıslatıyordu yüzünü pırıl pırıl
gözyaşları, sezmişti, okunaksız çizgilerden oluşan
bir gökyüzüydü bekleyişin sahilleri, ışıltılı bağrından
büyülü ezgiler dökülüyordu kimselerin duymadığı.
Ve eğer kavuşmak istiyorsa, hüzünlü bir bekleyiş çiçeği olmalıydı.
Olgunlaşma yolunda her ne varsa acı veren, sevmeliydi,
beklentisizce beklemeliydi kadere açılan uğraklarda,
zira rastlantıya yer yoktu kaderde. Cehennem
deneyimini göze alan her kimse ancak o, karanlığı
aşarak ulaşabilirdi engin deniz evrenine:
bir yanı pırıltı, bir yanı çimen olan.
Ve yalnızca o kimse eşikte durabilir ve davet edilirdi aşka,
söz beldesinin çelik mavisi ve hafif, yumuşak dalgalarıyla
çağıran denizi alırdı içine, ciğerlerini kamaştıracak kadar
büyük sevince boğup incilerle avutur, sonra kıyı bahçelerine taşırdı,
mırıl mırıl, hoş bir serinlikle sarmalardı onu dans eden
yapraklar.
İşte ancak o kimsenin bakışları gark olurdu hazza.
Akardı içine en eski parlayışın ateşi,
yükselip kucaklardı aşk, yeniden başlangıcın kristal
çehresine raptolmuş, beklemekte olan misafiri.
Farkındaydı, nice zamandır çok şey görüp yaşamıştı.
Yine de bütün bu ter dolu titremelerin,
iç yangınlarının bilinmezdi ki nereye varacak sonu;
hep böyle mi bekleyecekti yoksa?
Korkutucu, azap veren bir yas duygusuyla,
daha büyütecek miydi hasretini gönlün?
Çaycı yaşanılan her duyguyu biliyormuş,
tedirginliğini kavrıyormuş gibiydi.
Farkına varmıştı belki yeis çizgilerinin
gözlerinin altındaki.
Varsın ele versindi çizgiler benliğini saran alevi,
onun şimdi burada oluşuyla doluyordu içi.
Özlemek boşuna, onca acı boşuna yaşanmamıştı.
Yanına gelişiyle dolmak isteği yakıyordu içini.
Kısacık bir anda onu sarıvermişti aşkın
daha belirmeyen müthiş etkileyici varlığı.
Burada mı belli değildi, kim bilir
uğrayıp tıpkı kendisi gibi özlemle dolu,
çayını yudumlamış, çekip gitmişti de bundan ötürü
iskemleler, sedirler arasında yüzen
telaşlı gölgeler durgun, kapalı bir ufuk gibi göründüydü.
Ama sezmişti doludizgin biçimlerin ötesinden
kendisi için çarpan kalbi. İlk buluşmalarında
kalbine saplanıp kalmış sözlerinin ırası
canlanıyordu şimdi, elinden tutmuştu sesinin sıcaklığı.
Gök kubbeye doğru yayılan güneşli akıntının
parlaklığı kim bilir, gelişinden kaynaklanıyordu yine.
...
Kemerleri altında gündüz göğünün,
yelkovan gibi dönüp duran
gülün rayihasıyla bir nebze yükseldiyse de içi,
bekleyiş derdiyle ne tadı kalmıştı ne de rahatı.
Yalnızca onun gelişiyle bir gülümseyişe dönebilirdi iç dünyası
ve çevre.
Bundan sonra avunur ve dinlenebilirdi asıl.
Bluzunu düzeltti, teninin sıcaklığı allaştırdı yanağını;
daha yoğun bir duygunun baskınına uğruyordu.
Evet oydu. Ve kapının dışında dikilip duran hancıya
teslim etmişti atın gemini.
Taş üzerindeki tıkırtısı toynakların, azıcık üzünçlüydü.
Oydu, dermanı kesilmişti, en uzak uzaklıktan gelmişti.
-Sevdiceği uğruna aşağılanarak gururunun incitildiği,
ve kutsal, bütüne zorlukla göğüs gerdiği yerden. -
Katlanılırdı öyleyse güç gerektiren her şeye.
Yaralıydı. Bilemezdi başkaları, aşk büyük
sevgisiyle gizlerdi bekleyenin açtığı yarayı.
Ne iyiydi özleyenin uzaktan bile
onu görebilmek için çabalaması.
Arayan gözlerle etrafa bakınırken
alnı huzur damlaları serpiyordu.
Öyle ki, küçük pencere demirlerine
asılı gül yaprağı şişesinin
hiçbir geleni umursamayan sağırlığı
bile kalkmıştı ortadan,
hassasiyeti bambaşka bir boyut almıştı eşyanın.
Adam, ağırkanlı, vücudunu acelesizce çevirerek yöneldi oraya.
Adımları söylüyordu bunu: aşkın dantel düğümü sımsıkı bağlıydı.
Ve en büyük korkusu yaşarken layığını sevememesiydi
habersiz gelen başlangıç anındaki gibi taze bir sevgiyle.
Sevgili unutulmamış, şükür ki yabancılaşmamıştı.
Çünkü nasıl olup da bir yabancının yarattığı
boşluk sarsabilirdi insanı.
Bir parçasını bırakıp kendinden ötede
arkasını dönmemiş, hep kendinde yaşatmıştı,
eksiltmemiş hatta yeşertmişti birlik toprağını.
Olanca acı dalgayı bağrına bastığına göre,
herhangi bir soğukluk yoktu, öyleyse
sevgilinin, söz konusu değildi yabancılaşması.
Toparlanmaya çalıştı, çevikleştirdi adımlarını.
Aradan durmaksızın sandıklar geçiyor,
kovalarını taşıyordu kurumuş elleriyle kadınlar.
Katırlar ve eşekler kuzey kapısını dolaşıp
alanlara bırakıyordu odun ve meyve yükünü.
İştahlı, öteye beriye koşuşturup duran tüccarlar
ahşap kapıyı kullanıyordu taştan örülme ocakların oradaki.
Erkek, bütünüyle aydınlık bir köşede tekrar
kadından tarafa döneceği sırada yönünü,
birkaç kişi yanaşıyor birinden ocakların,
araya giriyorlar ilerideki bir dükkâna uzanmak için.
Engelleyemiyor sevenlerin birbirlerine akışını
hiçbir görüntü, şüphe ve korku.
Koca pazarı bir oradan bir buradan dolanıp
varıyor, kutu gibi, alçacık
taraçalarıyla gülümseyen dükkânın yerine.
Alıyor içeri onu doğal bir çitle perdelenmiş,
hafiften salınan çamlarla kuşatılmış seki.
Ve kadın, gül açarcasına titreyip ayağa kalkıyor,
en mutluluk veren rüyadaymışçasına karşılıyor onu.
Buradasın, hep bunu diledim hayalin gözümde
canlandıkça diyor; ellerini tutuyor adam,
nazikçe ovuşturduğu ak elleri öpüp bastırıyor bağrına,
okyanus gibi içten gelen bir yücelikle ve hasretle içiyor
siyah, ıslak gözlerini kadının. Sonra
sevgili, diyor; kavuşmamızdan hüzne kapıldın
hiç değişmemişsin, hüzün çiçeğisin hâlâ.
Böyle deyip ateşledi kadının içinden
dolup taşan sevdayı adam, kollarını uzattı,
sarıldılar ışıl ışıl, bulutsuz bedenleriyle.
Ayaküstü mırıltılar içinde, utangaç öpüşlerle
bölüştüler eşine rastlanmayan gümüş sabahı.
Dertli başını yasladı adamın omzuna,
sel gibi akan gözyaşlarıyla ıslattı giysilerini.
Sık sık buluşurduk seninle saf, kemiksiz biçimimizle
diyor ve ekliyor kadın kaçırarak gözlerini: Böyle için için
can buldu sevgin yüreğimde.
Soğukta, sıcakta kızgın güneşi
ve buzsu ayı katıp önüme, çılgınlar gibi koşardım
yansıman olan her mekâna.
Canım, diyor adam saçlarını okşayıp öpüyor:
Benim yüzümden çok mu eziyet çektin? diye soruyor.
Affet beni n’olur, hep beklettiğim için affet beni, diyor.
Bir zaman susuyorlar.
Yine konuşuyor adam duru sesiyle: Biliyorum, sen
şevkle tek başına kulak verdin çağrıma.
Belki yorgun düştün
her gece beklerken şafak aydınlığını.
Fakat gayret ettin kavuşmak için, şimdi yeniden sana ait olan
aynı zamanda senden ıraktaki varlığıma.
Evet diyor kadın, bana ait ve benden ıraksın.
Zorlanırım söyleyemem diyor,
seni nasıl büyük bir aşkla beklediğimi
ey sevgili! Kaçınamam, anlatamam da.
Gel gör ki, aydınlatır bir tek bakışın,
uyandırır çaresiz bedenimi apaçık ifşa olayım diye,
görülmedik o rüya varlıkların bakışları önünde ve hatırlayayım
kalbime ezelden batırılmış kalbinin izlerini.
Tahminlere sığmayan bir şeklin yüz çizgileri usul usul parlıyor aralarında.
Yukarıya doğru kesişip dolanan, uçan kristaller var,
tel tel kalplerine nüfuz eden kırmızı ışık damlaları.
Hafif yapraklar savruluyor.
Derken, her yeri saran tehditkâr bir iç boşluğun bakışları altında,
nabız vuruşları içerisinde
birbirlerinin can evinden yansıyarak,
ateş çemberlerinin dilsiz derinliğinden süzülerek,
boğuk gıcırtılarla, kumla dolu ahşap sedirin üstüne oturuyorlar
ürkekçe.