Modernlik: Sıkıcı Bir Hikâyenin Sonu

Adına modernlik, modernleşme, çağdaşlık veya ilerleme dediğimiz, insanlık tarihinde içine; emperyalizmi, kapitalizmi, bilimciliği, Rönesans’ı, aydınlanmayı, büyük dönüşümleri, köle ticaretini, her türlü sömürüyü ve akıl almaz cinayetleri, sefaletleri alan bu devasa hikâyeyi bir yazıda ele almak ne mümkün. Bir yanda bütün bir tarihi değiştiren, dönüştüren Avrupa merkezli bir dünya tasavvuru; diğer yanda kendilerinin “geri” kaldıkları kabul edilen, ettirilen dünyanın geri kalanı… Arada bir yerlerde buna eklenen bizim “ hikâyemiz” de var.

Toplumsal, siyasal tarihimizde son iki yüz yıldır ne söylediysek ne yazdıysak hep modernleşme tarihimiz ve mücadelemiz üzerinden oldu. Toplumsal hayat, edebiyat, siyaset, sofra, yemek ne kadar yaşam alanı varsa bu hikâye etrafında döndü. Romanlarımız, hikâyelerimiz, bilim tarihçiliğimiz, şehir tarihimiz, mimarimiz bu bitmek tükenmek bilmeyen büyük hikâyenin etrafında şekillendi. Üniversitelerimiz, okullarımız, müfredatımız, kurumlarımız, anayasalarımız, teşkilat-ı esasiyelerimiz yine bu bıktırıcı hikâyenin aktörleri olarak kurumsal hayatımızda yerini aldı. Yemek adabımız, yer soframız, masa/sandalye maceramız, kılık kıyafetimiz, başörtümüz, cübbemiz, sarığımız yani hayatımızı yapan, var eden ne varsa bu hikâyeden bağımsız kalamadı.

Babamın ve benim ömrümü alan bu serüven muhtemelen çocuklarımın ömrünü de alacak.

Ancak bu hikâye Türkiye’nin bütün enerjisini, düşüncesini, sanatını, edebiyatını çekip söndüren, bir kara deliğe dönüşmüş durumda. Hayatımızın hiçbir alanını modernleşme çabalarımız olmadan anlamlandıramıyoruz. Çok basit sorunların tahlilinde bile 200 yıl öncesinden başlıyoruz sorgulamaya. Miladi 21. yüzyılın ilk çeyreği biterken bu hikâye kalıbının, bu bitmez tükenmez kıyasın (biz ve onlar, Doğu ve Batı) bizi artık serin sulara götürmeyeceği ufaktan sezilmeye başlandı.

Hayatım, hayatımız bu ikilemin içinde geçti. Bir dönemdi, kitaplığıma uzun uzadıya baktım. Neredeyse tamamen bu kıyas ve karşıtlık üzerine kurulmuş bir kitaplık... Hayatımızı inşa eden ne kadar düşünce, eşya, nesne, varlık varsa Batı ve onun husule getirdiği kültür etrafında gelişirken, ben inatla Doğu düşüncesi, Doğu sanatı, Doğu ve İslam bilimi, İslam bilim tarihi okumuş, çalışmışım. Bunun dışında bir terkip veya üçüncü yol bulamamışız. Üçüncü yol veya bir terkip yaratma düşüncesi az buçuk dertli Türk entelijansiyasının gerçek derdi olmuş. Aklı başında her entelektüel bu terkibin peşine düşmüş. Tanpınar mesela, Türkiye’yi bir köprü, bir terkip olarak düşünmüş. Bir taraftan Itri’yi, Dede Efendi’yi terennüm ederken diğer taraftan Bach’ı, Mozart’ı etüt etmeye çalışmış. Peyami Safa’nın gözünün ve gönlünün bir ucu Batı’yı takip ederken diğer ucu Doğu kültüründen, büyük mistiklerden vazgeçememiş. Bütün romanları bu terkibin etrafında dönmüş. Aynı şey Oğuz Atay için geçerli değil mi? Sol, marksist endişelerden yola çıkan büyük edebiyat serüveni “Türkiye’nin Ruhu”nu aramakla neticelenmiş. Yine aynı endişelerle işe koyulan Kemal Tahir Batı-Marksist merkezli bir tarih okumasından yerli bir millet tarihi inşa ederken bulmuş kendisini. Ama hep açıkta, yalnız ve yaralı kalmışlar. Devasa bir makine olarak iş gören çağdaşlık ve Batılılaşma, bütün kültürleri, normları, kutsalları öğütürken bu naif adamlar yara bere içinde dağılan, kaybolan eski hayatı kurtarmaya çalışmışlar.

Bu büyük hikâyenin yavaş yavaş sonunun geldiğine dair etrafta beliren emareler var. Batı aklının tutulduğu ve yaşayan dünya hayatını artık üretemediğine ilişkin işaretler de çoğalmakta. Yani Batı aklı, hayatı yeniden üretmekte sıkıntılar yaşıyor. Avrupa merkezli bir dünya düşüncesi; bizzat kibirli, küstah ve çokbilmiş Avrupalılar tarafından baltalanmakta. Esasen bu “hayalet” uzun süredir Avrupa’nın üzerinde dolanmaktaydı. Ancak öngörülerde denildiği gibi bu hayalet komünizm değil, Avrupa’nın köklerinde bulunan kibir ve küstahlıktı.

Nihayetinde olanlar oldu, son gelişmeler ışığında Avrupa’nın üzerindeki hayalet belirginleşti. Bir taraftan bir türlü kendilerini Batılı olarak tanımla(ya)mayan Ruslar, diğer taraftan henüz ne olduğu tam anlaşılamayan Çinliler ve uzak pasifik ülkeleri, kapitalist-sermaye merkezli Batı uygarlığını temellerinden sarsıyor. Özellikle Rusların Ukrayna merkezli savaşı uzun ama çok uzun zamandır dünya zevklerinden sersemlemiş Batılıları kendine getirmeye başladı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra artan refah ve zenginlikle dünya hakkında yeni hiçbir şey söyleyemeyen Avrupa’yı Rus sopası uyandıracak mı bakalım?