İnsanın en yabancı olduğu ses kendi sesiymiş. Yani sesimizi duyduğumuzda ilk tepkimiz yabancılaşma hissi imiş: “Bu da kimin sesi?” Peki, bunun sebebi nedir? Sebebinin izahını uzmanlarına bırakalım ve başka bir soruya dâhil olalım: Kendi sesine bile yabancı olan insan acaba kendisine ne kadar aşinadır? Kendisini ne kadar tanımaktadır? Bu soruyu kendisine yönelttiğimiz herhangi bir insan acaba bize şöyle bir cevap verebilir mi? “Ben mi? Kendimi tanımak mı? Tabii ki tanıyorum canım, insan kendisini tanımaz mı?”
İnsanın kendisini tanıması hiç de kolay bir iş değilmiş. Bunu bir örnekle anlatalım. Kadim Yunanistan’daki mabetlerin kapısında büyük harflerle şöyle bir yazı varmış: “Gnothi seauton” yani “Kendini bil/tanı!” Bir gün bir filozofa sormuşlar: “İnsan kendisini tanıyabilir mi?” Sokrat bu soruya şu cevabı vermiş: “Evet, ama bu hiç de kolay bir iş değildir!” Bunun üzerine sormuşlar: “Öyleyse ne diye her yerde ‘Kendini tanı!’ diye yazıyor?” Filozof demiş ki: “Kendini tanımadan kendini bilemezsin. Lakin bu çok zorlu bir süreçtir. Çünkü tanıyacak olan benim, tanınacak olan da benim. İnsan hem özne hem de aynı anda nesne olamaz. Gözün her şeyi görüp kendisini görememesi gibidir bu.” Gözün kendisini görmesi bir aynayla mümkün olur. Demek ki insanın kendisini tanıması için de bir ayna lazım.
Kendini tanımak eğer kolay olsaydı, ehl-i tasavvuf kendini bilmeyi bilmelerin en zirvesine yerleştirmezdi; “Men arefe nefsehû fekad arefe Rabbehû” yani “Ancak kendini bilen Rabb’ini bilir.” demezdi. Dikkat edin, “Rabb’ini bilen kendini bilir.” denilmiyor, “Kendini bilen Rabb’ini bilir.” deniliyor. Bilmelerin en yücesi marifetullah’tır, yani Allah’ı bilme ve tanıma. Eğer insanın bilmesi, söylemi ve eylemleri kişiyi Rabb’ini bilmeye götürmüyorsa kişinin çektiği Yunus Emre’nin deyimiyle kuru bir emektir. Ama dikkat buyurula; bilineceklerin en yücesini bilmek için bile ilk adım “kendini bilmek.” Neymiş? Kendini bilmek, bilmeler bilmesinin de ön koşulu imiş.
Buradan rahatlıkla şu yargıya da ulaşabiliriz. Çok az insan marifetullah bilgisine sahip olduğuna göre, çok az insan kendisini hakkıyla tanıyabilir. Derdimiz anlaşılmıştır o hâlde: “İnsan kendisini tanıyamaz.” demiyoruz; “İnsanın kendisini anlaması zordur.” diyoruz. Bu zoru aşan insanlar insanın çıkacağı nihai mertebeye adım atmış demektir. Ötesi başka bir yolculuk.
Yalnız Kalmak
İnsanın kendisini tanıyabilmesi için yapacağı ilk işlerden biri “yalnız kalmak”tır. İnsan etrafıyla ziyadesiyle meşguldür. Geçmişe dair “keşkeler”, “eyvahlar”, geleceğe dair kaygılar, geçinmeye dair korkular onu asla yalnız bırakmaz. Sürekli olamadığı hâlleri olma kaygısı çeker insanoğlu. “Ah bir zengin olsa!”, “Ah bir kudretli olsa!”, “Ah filanca makama gelse!..” Bütün bu “dışarı” ile ilgilenmeler, öteye beriye dair yoğunlaşmalar insanın kendisiyle uğraşmasını engeller. Sürekli şikâyet etmek, birilerini, bir hâlleri beğenmemek, herkese akıl fikir vermek, kendini bir şey başkalarını hiçbir şey sanmak insanın en illetli hâllerindendir. Daima birileriyle meşguldür, zira kendisiyle meşgul değildir. İnsan ne zaman kendisiyle meşgul olmaya başlamışsa, başkalarını yargılamaya bir son verir artık ve kendini yargılama evrelerine geçer. İnsan ne zaman kendine dönmeye karar vermişse, artık başkalarına değil, kendisine çeki düzen verme derdine düşmüş demektir. Bunun için de insanın biraz yalnız kalması gerekir. Peki neden?
Peygamberimiz peygamberlik gelmeden evvel Sevr Mağarası’nda uzun süren inzivalara çekilirdi. Peygamberler gibi bütün büyük bilgelerde de bir müddet “yalnızlığa çekilme”, ileride insanlık için oynayacakları mühim roller öncesi çok önemli itiyatlardandı. Tasavvufta “halvet” veya “çile” dediğimiz, kişinin kendisini tanıma amacıyla kendisiyle baş başa kalma seansları öyle sıradan eylemler değildir. Başta da dediğimiz gibi, insanın en yabancısı olduğu varlık kendisidir. Kendinizle tanışmanız için onunla baş başa kalmanız gerekiyor ve bu da yalnızlığı zorunlu kılıyor. Demek ki yalnızlık “yapayalnız kalma” değildir, aksine insanın kendisiyle kalmasıdır. Bu o kadar önemlidir ki insanların kahir ekseriyeti yalnız kaldığında korkar. Peki, kimden korkuyor? Kendisinden, hiç tanımadığı kendisinden. Bunu, kendisini tanıma yolunda önemli mesafeler katetmiş insanların yalnızlığı sevmesinden anlarız. Yalnızlığı severler çünkü nihayet kendileriyle baş başa bir sohbete dâhil olmuşlardır. Bu anlamda şu kıssa çok önemli dersler içerir:
Rabiatü’l Adeviye Hazretleri, yukarıda dediğimiz anlamda yalnız kalmayı ziyadesiyle severmiş. Yine yalnız kaldığı anlardan birinde birisi gelmiş ve ona demiş ki: “Efendim bu yalnızlıktan sıkılmıyor musunuz?” Mübarek ona şu cevabı vermiş: “Şimdi sen gelince yalnız kaldım.” Demek ki yalnız olan “tek başına” değildir, beraber oldukları vardır. “Tek başınalık” veya “yalnızlık”… Bunlar kendimizi tanıyabilmemiz için olmazsa olmazlardandır. Bu kavramlara farklı bakanlar varsa da işin özü “kendiyle baş başa kalma”nın önemine vurgu yapmaktır.
Büyük Rus yönetmen Tarkovski yalnızlığın erdemine vurgu yapar: “Kendinizi, kendinizle zaman geçirmeyi yalnızlık sanmayacağınız şekilde yetiştirin.” Alman filozof Heidegger ise yalnızlığı değil de onun yerine tek başınalığı yüceltir: “İnsan büyük şehirlerde de neredeyse başka hiçbir yerde olamayacak kadar kolaylıkla yalnızlığa düşebilir. Ancak insan orada asla tek başına olamaz. Çünkü ‘tek başınalık’ bizi tecrit eden değil, aksine bütün varoluşumuzun, bütün şeylerin özünün geniş yakınlığının içine doğru açılmasını sağlayan kendine özgü güçtür.” Bütün bunlar demektir ki kendimizi tanımamız için muhakkak kendimizle yalnız kalmaya yahut da kendimizle tek başına kalmamıza ihtiyacımız var. Aksi takdirde kendimiz olarak yaşayamayacak ve kendimiz olarak da ölemeyeceğiz.
İnsan kendisine döndükçe müthiş bir şekilde tevazusu da artmaya başlayacak demektir. Bütün bilgelerde görülen yüksek tevazuun sebebi budur. O insanlar “kendini bilmek” sırrını deşeledikçe, başkalarını yargılamak, onu bunu eleştirmek, birilerine akıl fikir vermek, kendini Kafdağı’nda görmek cehaletinden hızla uzaklaşırlar. İnsanın kendini tanıması ve modern anlamda “kendisini gerçekleştirmesi” o kadar çok zaman alır ki bu insanda başkalarına yönelecek nazarlara vakit kalmaz. Bir gün Bayezid-i Bestami’yi tanımayan ve tanışmak için de can atan birisi, çarşıda denk geldiği bir kişiye Bayezid’i aradığını söylemiş. Meğer sorduğu kişi Bayezid’in ta kendisi imiş. Şöyle söylemiş büyük veli: “Ben de kırk yıldır Bayezid’i arıyorum. Bulursam sana haber vereceğim.”
İşte böyle, ne zaman insan kendisini tanıma yoluna girmiştir, o andan itibaren müthiş bir tevazu kalkanına bürünür ve ondan sonra bir havari olarak kendisini insanların kendilerini tanımaları için çaba sarf etmeye adar. Bu yüzden insanın kendini tanıması ve bilmesi ile cehalet arasında çok yakın bir ilişki vardır.
Bilmemiz arttıkça, cehaletimizin de arttığının farkına varırız. Yani insanın ne kadar cahil olduğunu anlaması için, çok şeyler bilmesi gerekir, zira biz öğrendikçe ne kadar çok şey bilmediğimizin de farkına varmaya başlarız. Bu anlamda cahil “bir şey bilmeyen” değildir. Asıl cahil “bilmediğini bilmeyen”dir. İnsan bilmediklerini öğrenmeye başladıkça âlim olmaya başlar. Ama ilim derecesi artmaya başladıkça da bilmediklerini sonsuzluğunu kavramaya da başlamıştır ve işte orada müthiş farkındalıklar açılır insana. İnsan meğerse ne kadar çok şeyi bilmiyordur! Bundandır ki Allah Kur’an’ı Hakim’de “Allah’a karşı ancak; kulları içinden âlim olanlar derin saygı duyarlar.” (Fâtır, 35/28) buyurmaktadır. Zira gerçek âlim varlığın o sonsuz genişliğinde kendi hiçliğinin idrakiyle sarsılmış kişidir.
Bu anlamda Sokrat’ın söylemiş olduğu “Asıl bilen, bilmediğini bilendir.” sözünden ziyade Hz. Ali’ye ait olan şu söz çok daha doğru ve daha anlamlıdır. Hz. Ali “Bilen kimdir?” sorusuna şu cevabı vermiş: “Asıl bilen, bilmediklerinin bildiklerinden çok daha fazla olduğunu bilendir.” Yani insan hiçbir şey bilmiyor değildir, bir şeyler bilmektedir ama bildikleri bilmedikleri yanında devede kulak kadar bile kalmaz. İnsan işte bunu kavradığında kendini bir şey zannetmekten, kibir ve gururdan hızla uzaklaşır. Asıl Bilen’i bilmeye başlar. Kimdir asıl Bilen?
Biz Bilmeyiz, Biz Öğreniriz
Bir bilen olarak insanoğlu kimdir? Yukarıdan beri kısa ve özlü biçimde bunu anlatmaya çalışıyoruz.
Âlimler, bilmediklerinin bildiklerinden çok çok daha fazla olduğunu bilenlerdir. Peki, cahil kimdir? Asıl cahil bilmeyen değildir, bildiğini zannedendir, bilmediğini bilmeyendir. Daha beteri bildiklerini bilinmesi gerekenden ibaret zannedendir. Ve bu çok zavallı bir hâldir. Âlimler, bilmediklerinin bildiklerinden çok fazla olduğunu bildikleri için kendilerini öğrenmenin sonsuz hazzında tutarlar. Yani onlar öğrenmekle öğrenilecek ve bilinecek şeylerin sonuna gelinmeyeceğini fark etmişlerdir. Öğrendikçe daha ne kadar çok öğrenilecek şeyler olduğunu derinden kavrarlar ve öğrenmeye devam ederler.
Cahiller ise bildiklerini bilinmesi gerekenlerden ibaret zannettikleri için kendilerini öğrenmeye kapatırlar ve kendilerini bir şey zannetmeye başlarlar. Bu onlarda yüksek bir kibir halesi yaratır. Alçaltan bir kibir! Peki, insanın sınıra gelen bir bilme hâlinde olması mümkün müdür? Yani insan bir gün şunu diyecek kıvama erebilir mi: “Artık öğrenilecek her şeyi öğrendim, öğrenilecek hiçbir şey kalmadı.” Bu asla mümkün olmayacak zira Kur’an’ı Hakim’de buyurulduğu gibi: “Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır.” (Yusuf, 111/76) Eğer benden çok daha fazla bilenler varsa ben nasıl olur da öğrenmenin sınırına geldim diyebilirim?
Bu mesele Kehf suresinde çok daha veciz bir şekilde insanoğlunun ibret nazarlarına sunulmuştur: Allah ile konuşma şerefine nail olmak gibi çok yüce mertebelere ulaşmış, kendisine Tevrat nazil olmuş bir peygamber olan Hz. Musa bile bir şeyler öğrenmek için çok özel bir insanla tanışmak istemektedir. “Kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, kendisine tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.” (Kehf, 110/65) Hz. Musa bu kişiyle karşılaşınca ona şöyle söyler: “Sana öğretilen bilgilerden bana, doğruya iletici bir bilgi öğretmen için sana tabi olayım mı?” (Kehf, 110/66) Dikkat buyurulsun, Allah’tan vahiy alan, O’nunla konuşabilen bir büyük peygamber bile hâlâ bir şey öğrenme peşinde. Bu ne yüce bir misaldir! Bu örnek apaçık önümüzdeyken insanoğlu nasıl olur da “biliyoruz”, “öğrendik” diyebilir!
Mark Twain’a ait şu tespit, tespitler tespiti olarak karşımızda durmakta ve bilgiçlik taslayan insanoğluna yeterli ve gerekli cevabı vermektedir: “İyi bir şey söylediği zaman bunu kendisinden önce söyleyenin olmadığını bilen tek insan Âdem’dir.”1
Bilmiyoruz, bilmeye ve öğrenmeye devam ediyoruz. Eğer benden daha fazla bilen birileri varsa, ben bu durumda zaten bilen değilim, hâlâ öğrenmeye devam edenim.İnsan katında bile “bilen” değilken kişioğlu “mutlak varlık” olan Allah katında, bir varlık olarak nedir?
Tecellî kılsa nûr-ı Hak eser kalmaz vücûdumdan
Kevâkib mahveder kendin güneşten olsa fer peydâ2
Demiş ki Hayali Bey: “Hakkın nuru tecelli eylediğinde benim varlığımdan zerre eser kalmaz, bu tam olarak güneş doğduğunda etrafta yıldızların yok olması gibidir.”
Karl Popper, bilmelerinin arttıkça bilgelerin nasıl bir tevazu kimliğine büründüğünü çok veciz bir örnekle anlatmış: “Tüm büyük doğa bilimciler, entelektüel açıdan alçak gönüllü kişilerdi. Newton ‘Dünyanın beni nasıl gördüğünü bilmiyorum. Kendimi deniz kenarında oynayan küçük bir çocuk gibi görüyorum. Uçsuz bucaksız doğrular denizi, bilinmez olarak önümde dururken, şurada ve burada daha düzgün çakıl taşlarını ya da daha güzel midye kabuklarını toplamakla yetiniyorum.’ dediğinde herkes adına konuşur.”3
Nabi de tıpkı Newton gibi, insanın bu uçsuz bucaksız bilmeler denizi karşısında âlimi görerek böbürlenmesini harika bir misal eşliğinde eleştiriyor:
İlm bir lücce-i bî-sâhildür
Anda âlim geçinen câhildür4
“İlim, sahili olmayan bir denizdir. Burada âlimim diyen kişi cahilin ta kendisidir.”
Kişinin, Newton’un veya Nabi’nin çağırdığı tevazuya erişebilmesi ancak kendisini bilmekle/tanımakla mümkündür. Zira Hz. Yunus Emre de bizleri “Seni kendini bilmezsin, bu nice okumaktır?” diye uyarmaktadır. Bizler bilmiyoruz, bizler öğreniyoruz ve bu öğrenme “mine’l-mehdi ile’l-lahd”, yani “beşikten mezara kadar” devam edecek. Bilen ancak Allah’tır; kul öğrenmeye devam edendir. İnsan bu sırrı idrak ettiği zaman kendisini de hat ve hududunu da bilmiş olur.
Kaynakça
Ronald B. Tobias, Roman Yazma Sanatı, Çev. Mehmet Harmancı, Say Yayınları, İstanbul: 1996. s. 71.
Hayali Bey Divanı, Haz: Ali Nihat Tarlan, İstanbul Ünv. Edebiyat Fak. Yayınları., İstanbul: 1945, s. 108.
Karl R. Popper, Daha İyi Bir Dünya Arayışı: Son Otuz Yılın Makaleleri ve Bildirileri, Çev. İlknur Aka, YKY, İstanbul: 2005, s.54.
Nabi, Hayriye, 298. beyt, s. 64, https://ekitap.ktb.gov.tr.