Geçmiş Zamanın Peşinde

Zamanı suçlamak kolay. Cevap veremeyeni suçlamak hep kolaydır zaten. Yüzleşme imkânımız olsaydı suçlamazdık. Farzımuhal zaman karşımıza geçip otursaydı. Hadi bakalım, ben ne etmişim anlat deseydi. Gözleri de olmadığından yüzüne bakamazdık cevabı ararken. Geçip gidenin arkasından onu tekrar görebilmek için ışık tutmak yaptığımız. Mümkün olmayınca da zamanı suçluyoruz.

Ama ben kimseyi suçlamayacağıma söz vererek ışığı tutuyorum. Şu fâni göze görebildiği kadarı kârdır. Annem toprak eliyor. Yanında başka anneler de var. Onlar da toprağı elekten geçiriyorlar. İçlerinden biri: “Buranın toprağı iyi. Yumuşak. Taşı tokacı az.” diyor. Diğerleri cevaplamıyorlar ama işlerine devam ettiklerinden anlıyoruz ki onaylıyorlar onu. Toprak koyu kahve değil. Kırmızı ve kahverengi karışımı. Demir oksit oranı fazla demek ki, der şimdi bir coğrafyacı. Evet, demir oksit oranı fazla. Elenmiş toprakla doldurulmuş çuvallar sırtlanılıp taşınıyor evlere. Bunların bir kısmı bebekler için ayrılacak. Bebek ve toprak. Bir araya gelmemesini istediğimiz iki kelime olsa da burada toprak, bebek için kullanılacak. Sobanın fırınında ısıtılacak. Bu ısıtma işlemi için ayrı bir tepsisi bile olacak. Nefesin bile donduğu, suların bahar güneşine kadar akmamakta ısrar ettiği bu köylerde bebekler; teni yakmayacak kadar ısıtılmış bu topraklara belenecek. Belenecek ki hastalanmayacak. Yolları kar kapatacak. Sularsa nazlanacak akmak için. Dolayısıyla toprak kurtarıcı olacak.

Toprağın kokusunu ancak yağmur yağarsa alır modern zamanın insanı. Ne acı. Onun kokusunu almanın tek yolu bu sanırlar. Sobada ısıtılmış toprağın kokusunu ciğerine tanıtmadan göçen kaç insan vardır? Bu araştırma konusu olamayacak kadar önemsiz. Güzellemesi yapılamayacak kadar içli. Çoğu, bebek ve toprak arasındaki bağlantıyı sadece içi ezilerek kurabilir. Hüzün bazen tek şık olduğunda ortaya çıkar. İkinci şık hüznü dağıtır. Öğrenmenin güzelliği de buradadır. Bu yazıdan sonra bebek ve toprak kelimelerini bir arada görürseniz annelerince ısıtılmış toprağa belenen soğuk dağ köylerinin kırmızı yanaklı bebekleri de gelsin aklınıza. Gülümseyin. Bu artık fersah fersah uzakta benden. Tuttuğum ışıkla annemin ve kardeşimin ellerini görüyorum. Saksı dibinde gördüğüm topraklar, bana toprak kokusu dolmuş odamızı hatırlatıyor. Kokmadan nasıl da durabiliyorlar nazlı ev bitkilerinin dibinde. Sulanınca bile kokmuyorlar. Hayır, zamanı da toprakları da suçlamayacağım. Ben koklayabileceğim en yoğun toprak kokusunu kokladım. Toprak o kadar bizdi ki toprak görünümlü olanları ondan ayırt edebiliyorum sadece.

Bahar gelip de havalar ısınınca annem arta kalan toprakla bir nevi depo olarak kullanılan evin alçak tavanlı bölümünü sıvardı. Suyla orta cıvıklıkta bir çamur hâline getirirdi toprağı. Kovalarla taşırdık. O da elleriyle sıvardı. En son ince bir tahtayla pürüzsüzleştirirdi sıvadığı yerleri. Beni de tembihlerdi dokunma da düzgün kurusun diye. O çıkar çıkmaz sonradan göz göze gelince gülümsemek için illaki bir işaret bırakırdım. Toprak, ambarımıza temizlik malzemesi olarak da hizmet ederdi. Kardeşlerime hizmeti, tarlalarımızda çapalarımıza boyun eğmesi yetmezmiş gibi. Onun kokusu bana bu işlevinden dolayı badana kokusuna eş gibi de gelirdi. Evin diğer odalarını boyadıkları sentetik boyaların kokusu kafamı karıştırırdı ama. Hangisi gerçek örtücüydü acaba?

Bunun cevabını şimdilerde verebiliyorum. Zamanla kol kola girip kimdir dünyayı yenileyip duran? Bize yaşamanın ve yeniden başlamanın fitilini ateşleten hizmetkâr. Kokusu buraları terk etse de varlığını kendi varlığımıza denk tuttuğumuz. Daha da ötesi, ondan gelmekle varlığımızın altını çizdiğimiz. Ona baksak tahammülü öğreniriz. Anadolu ambarlarında, bebek beşiklerinde evin içinde bile yaşar. Ölmez. Kokusu tutar, bizi adını koyamadığımız tanıdık bir hissin içine atar. Vesselam.