Cihan Aktaş ile Söyleşi

“Bir tamamlanma hissinin peşinde eşimizi, yurdumuzu, ocağımızı, kardeşlerimizi ve kelimelerimizi arıyoruz.”

Bazı anlar. Öz suyu çekilmiş bir bedenin tanıdık ama kapkatı uzanışına şahit olduğumuz, bir yerlere yetişmeye çalışan iki tekerin altında çiğnenmiş bir kedi yavrusunun küçücük yüzünü gördüğümüz, bir balonun bir çocuğa bütün yaralarını unutturabildiğini fark ettiğimiz, ansızın bastıran yağmurun altında her defasında aynı hazla ıslanarak yürüdüğümüz... Dilin sembolik harflerinin tarif etmekte çaresiz kaldığı, her defasında kelimelerimizin ne kadar yetersiz olduğunu hissettiren o bazı muhteşem anlar. Acının en koyu ânı, hayranlığın zirvesi, haşyet uyandıran ama ömür boyu unutulmayan o birkaç saniyede yaşanan derin tecrübe anları. İçimizde kabaran duygular, kanayıp duran yaralar, beynimizi kemiren düşünceler. Ve daha doğarken ruhumuza ilişmiş, ilk insandan beri eksilmeyen ama daima artan, bizimle birlikte büyüyen, acının ve sevincin zirvesindeki muhteşem anlarda bile yakamızı bırakmayan o his. Karıştıran, dinginleştiren, yontan, eksilten ve çoğaltan o his: Eksik olan başka bir şey var.

Her insan, eksik olan başka bir şey var, hissinin yolcusu değil midir aslında? Bir ressamı, bir piyanisti, bir yazarı, bir ayakkabı tamircisini, bir çiftçiyi, mezar taşı ustasını, kilim dokuyan kadınları... aynı noktada buluşturan, insanın hiç tamamlayamayacağı o kadim eksiklik hissi değil midir? Her insanın hayat boyu ruhuyla ve elleriyle yaptığı, yarasını bir ürün olarak ortaya koyduğu her şey, o eksiklik hissini farklı bir dil ve alfabe seçerek anlatmayı denemesi değil midir?

Bu sayımızda hayat yolculuğunu, seçtiği arayışı sürdüren, eksiğini anlamaya çalışan bir gezgin, bir metin işçisi olmaya çalışıyorum, diyerek tanımlayan Cihan Aktaş’ın “eksik olan başka bir şey” hissine ve bu hissi tanımlamayı denemek için kurduğu alfabeye doğru yola çıktık.

Her metin ve kurgu, yazarının hayatından mutlaka izler taşır ama “Son Büyülü Günler” öykünüz büyük oranda hayatınızın öyküsü gibi. Kitabevi olan bir baba, bulduğu her yere resimler çizen ve sonunda okumak için kasaba dışına çıkan bir kız çocuğu. Öyküyü; film bitti, kitap kapandı, resim defteri doldu; bozuldu büyü, diyerek bitiriyorsunuz. O küçük kızın hayatında büyüsü bozulan şey neydi?

Dediğiniz gibi Sümeyye Hanım, o öyküde çocukluğumdan çok iz var. Gerçi aynı dönemlerde bir minibüsle yatılı okullara doğru yola çıkan binlerce öğrencinin de hikâyesi bu. Mutlu bir çocukluk yaşadım, şanslıydım. Ne bisikletim oldu ne de on bir yaşında yatılı okula gidinceye kadar televizyon izledim, ama hep meşguldüm, kendi kendimi oyalayabiliyordum. Elimde kitaplar veya dergilerle kırlara doğru yürüyebilirdim tek başıma. Dünya, keşiflerime açık bir şekilde önümde uzanıyordu sanki. 1970’lerin Refahiye’sinde roman ve şiir ciltleri evden eve dolaşırdı. Ailemize ait kitap kırtasiye dükkânında zaten her türlü kitap bulunurdu. Beş kardeşiz, küçük kardeşlerim Aynur ve Hamdi Bilge’yle birlikte sokaktan eve girmezdik. Nurettin Durman’la söyleşimizin başlığında dile geldiği gibi, “Mahallenin Elebaşısı”ydım. Ortanca çocuk olduğum için belki de ev içinde bir görünmezliğim ve buna bağlı bir bağımsızlığım olduğunu da fark ediyorum bugünden baktığımda. Mahallede bir arkadaş grubu oluşturmuştum. Sokakta saatlerce oynardık. Kasabamızdaki pek çok aile, benim ailem de içinde olmak üzere 70’lerde büyük şehirlere göçtü. Babam ağabeyimin üniversite eğitimini güvenli bir ortamda sürdürmesi için göç kararı almıştı. Erken bir göçtü, bunun maddi ve manevi sıkıntılarını yaşadık daha sonra. Ben ise iki yıl daha erken ailemden ve kasabamızdan ayrılıp yatılı okula gitmiştim. Yatılı okul kendimi geliştirmem için bir fırsattı, henüz ortaokul yoktu çünkü kasabada. Bulunduğum ortamdan, ailemden kopup bilmediğim bir ortama gidiyordum. Biz, imtihanı kazanmış öğrencilerdik ve işte, erken yaşta hayata atılıyorduk. Aynı zamanda yeterince bilinmeyen bir mücadelenin ortasına atılmış gibi değil miydik? Bir tür zafer hissi de barındıran bir şamatayla yol alırken kendini gösteren ilk gurbet hissinin öyküsüdür “Son Büyülü Günler”. Parasız yatılı okula gitmeye mecbur kalan çocukların ailelerinden uzakta yaşamak için çıktıkları yolda zihnen yaşadıkları karmaşayı anlatır.

Her yazar yazma sebeplerinden ve estetik algısından hareketle kendi tanımını oluşturuyor aslında. Bu yüzden belki yüzlerce farklı tanımı yapılabilir, peki Cihan Aktaş’ın edebiyat ve öykü tanımı nasıldır ve ihtiva ettikleri anlam nedir?