Bazı anlar. Öz suyu çekilmiş bir bedenin tanıdık ama kapkatı uzanışına şahit olduğumuz, bir yerlere yetişmeye çalışan iki tekerin altında çiğnenmiş bir kedi yavrusunun küçücük yüzünü gördüğümüz, bir balonun bir çocuğa bütün yaralarını unutturabildiğini fark ettiğimiz, ansızın bastıran yağmurun altında her defasında aynı hazla ıslanarak yürüdüğümüz... Dilin sembolik harflerinin tarif etmekte çaresiz kaldığı, her defasında kelimelerimizin ne kadar yetersiz olduğunu hissettiren o bazı muhteşem anlar. Acının en koyu ânı, hayranlığın zirvesi, haşyet uyandıran ama ömür boyu unutulmayan o birkaç saniyede yaşanan derin tecrübe anları. İçimizde kabaran duygular, kanayıp duran yaralar, beynimizi kemiren düşünceler. Ve daha doğarken ruhumuza ilişmiş, ilk insandan beri eksilmeyen ama daima artan, bizimle birlikte büyüyen, acının ve sevincin zirvesindeki muhteşem anlarda bile yakamızı bırakmayan o his. Karıştıran, dinginleştiren, yontan, eksilten ve çoğaltan o his: Eksik olan başka bir şey var.
Her insan, eksik olan başka bir şey var, hissinin yolcusu değil midir aslında? Bir ressamı, bir piyanisti, bir yazarı, bir ayakkabı tamircisini, bir çiftçiyi, mezar taşı ustasını, kilim dokuyan kadınları... aynı noktada buluşturan, insanın hiç tamamlayamayacağı o kadim eksiklik hissi değil midir? Her insanın hayat boyu ruhuyla ve elleriyle yaptığı, yarasını bir ürün olarak ortaya koyduğu her şey, o eksiklik hissini farklı bir dil ve alfabe seçerek anlatmayı denemesi değil midir?
Bu sayımızda hayat yolculuğunu, seçtiği arayışı sürdüren, eksiğini anlamaya çalışan bir gezgin, bir metin işçisi olmaya çalışıyorum, diyerek tanımlayan Cihan Aktaş’ın “eksik olan başka bir şey” hissine ve bu hissi tanımlamayı denemek için kurduğu alfabeye doğru yola çıktık.
Her metin ve kurgu, yazarının hayatından mutlaka izler taşır ama “Son Büyülü Günler” öykünüz büyük oranda hayatınızın öyküsü gibi. Kitabevi olan bir baba, bulduğu her yere resimler çizen ve sonunda okumak için kasaba dışına çıkan bir kız çocuğu. Öyküyü; film bitti, kitap kapandı, resim defteri doldu; bozuldu büyü, diyerek bitiriyorsunuz. O küçük kızın hayatında büyüsü bozulan şey neydi?
Dediğiniz gibi Sümeyye Hanım, o öyküde çocukluğumdan çok iz var. Gerçi aynı dönemlerde bir minibüsle yatılı okullara doğru yola çıkan binlerce öğrencinin de hikâyesi bu. Mutlu bir çocukluk yaşadım, şanslıydım. Ne bisikletim oldu ne de on bir yaşında yatılı okula gidinceye kadar televizyon izledim, ama hep meşguldüm, kendi kendimi oyalayabiliyordum. Elimde kitaplar veya dergilerle kırlara doğru yürüyebilirdim tek başıma. Dünya, keşiflerime açık bir şekilde önümde uzanıyordu sanki. 1970’lerin Refahiye’sinde roman ve şiir ciltleri evden eve dolaşırdı. Ailemize ait kitap kırtasiye dükkânında zaten her türlü kitap bulunurdu. Beş kardeşiz, küçük kardeşlerim Aynur ve Hamdi Bilge’yle birlikte sokaktan eve girmezdik. Nurettin Durman’la söyleşimizin başlığında dile geldiği gibi, “Mahallenin Elebaşısı”ydım. Ortanca çocuk olduğum için belki de ev içinde bir görünmezliğim ve buna bağlı bir bağımsızlığım olduğunu da fark ediyorum bugünden baktığımda. Mahallede bir arkadaş grubu oluşturmuştum. Sokakta saatlerce oynardık. Kasabamızdaki pek çok aile, benim ailem de içinde olmak üzere 70’lerde büyük şehirlere göçtü. Babam ağabeyimin üniversite eğitimini güvenli bir ortamda sürdürmesi için göç kararı almıştı. Erken bir göçtü, bunun maddi ve manevi sıkıntılarını yaşadık daha sonra. Ben ise iki yıl daha erken ailemden ve kasabamızdan ayrılıp yatılı okula gitmiştim. Yatılı okul kendimi geliştirmem için bir fırsattı, henüz ortaokul yoktu çünkü kasabada. Bulunduğum ortamdan, ailemden kopup bilmediğim bir ortama gidiyordum. Biz, imtihanı kazanmış öğrencilerdik ve işte, erken yaşta hayata atılıyorduk. Aynı zamanda yeterince bilinmeyen bir mücadelenin ortasına atılmış gibi değil miydik? Bir tür zafer hissi de barındıran bir şamatayla yol alırken kendini gösteren ilk gurbet hissinin öyküsüdür “Son Büyülü Günler”. Parasız yatılı okula gitmeye mecbur kalan çocukların ailelerinden uzakta yaşamak için çıktıkları yolda zihnen yaşadıkları karmaşayı anlatır.
Her yazar yazma sebeplerinden ve estetik algısından hareketle kendi tanımını oluşturuyor aslında. Bu yüzden belki yüzlerce farklı tanımı yapılabilir, peki Cihan Aktaş’ın edebiyat ve öykü tanımı nasıldır ve ihtiva ettikleri anlam nedir?
Çeşitli tecrübelerimin getirdiği tanımlar bir yerde birbiriyle buluşuyor. Çalışırken kendi edebiyat tanımlarınızı da oluşturuyorsunuz. Hiçbir şeymiş gibi anlaşılan bir sesin, bir olayın, bir haberin sonrasının edebiyata ait olduğunu düşünürüm. Hepimiz her zaman bir hayli çarpıcı olaylarla karşılaşıyor, hikâyeler dinliyoruz ama bunlar her zaman bir öyküye dönüşmüyor. Öykü, yazarın insan olarak birikimiyle, bir olay ve durumun kendine has niteliklerini kesiştiren bir alanda oluşmaya başlıyor. Bize çarpıyor, bizi çarpıyor ilk işaretleriyle. Bir öykü, tıpkı roman gibi, muhayyilemizin yönettiği büyük bir orkestranın eseri. Öyküyü kilime, romanı ise halıya benzetirim. Roman çalışmalarımın merkezinde duruyor, ancak öyküden de uzak duramıyorum. Öykü, içeriği aynı zamanda iç sızısına yol açsa bile hareketli, nefes açıcı ve neşeli bir edebî tür.
Bazen somut bir cümle olarak satır aralarında tekrarlanan bazen de kahramanların iç sorgulamaları ve duygusal huzursuzlukları ile okuyucuya sezdirilen bir laytmotif var öykülerinizde ve romanlarınızda: “Eksik olan başka bir şey.” Bu, edebiyat yolculuğunuzun ve daha büyük resimde hayatınızın laytmotifi gibi geldi bana. Bugün bulunduğunuz yerde o eksik şeye yaklaştınız mı yoksa yıllar geçtikçe ondan daha da uzaklaştığınızı mı hissediyorsunuz?
Sanat ve edebiyat hayatta eksilen veya yetmemeye başlayan konusunda bir tamir, bir telafi, bir boşluğu doldurma girişimi ve ihtiyacının eseri. Bir hayal gibi apaçık gerçeği de kurguya dökerken hep bir eksiğin telafisi hissiyle hareket ederiz, bilerek veya bilmeyerek. Bir parçası olduğumuz insanlığın meseleleri de farkına varalım veya varmayalım, zihnimizi kurcalar, yüreğimizi kanatır, benliklerimizde hasarlar bırakır. Bu nedenle de Miro, sanatın mağara döneminden bu yana sürekli eksildiğini söylemeye getirmiştir. Bir tamamlanma hissinin peşinde eşimizi, yurdumuzu, ocağımızı, kardeşlerimizi ve kelimelerimizi arıyoruz. Fakat tamamlanma da bir türlü sağlanmamakta, bir yandan gelişme çabamızı sürdürürken aldığımız her mesafenin ufkunda başka bir eksik beliriyor. Dünyayı oyun eğlence yeri kılan da belki o ufka doğru yolculuğu göze alamamanın getirdiği teselli arayışları.
“...ben sırça köşklerde yaşayan bir entelektüel olmayacağım, ben sahte bunalımların yazarı olmayacağım...”Bu cümleler “İlk ve Son Fotoğrafın”öykünüzdeki kahramanınızın cümleleri. Bir söyleşinizde de şu veya bu güzellik değil sadece gerçeğin kalbidir sanatta aranacak olan, hakikattir, diyorsunuz. Bunlardan hareketle size şunu sormak istiyorum: Aslında her kurgu bir yanıyla gerçeği değiştirmek değil midir? Bir kurgunun dürüstlüğünden ne oranda bahsedebiliriz ya da bu dürüstlük neye bağlıdır?
Ne güzel bir soru sordunuz Sümeyye Hanım. Kurgu bazen gerçekten daha bir gerçek gibi görünür, öyle bir etki bırakır, çünkü şayialarla, örtbasla, tahrifle veya aceleci, yarım yamalak bakışlarla çarpıtılmış gerçeği en karakteristik çizgileriyle bize yansıtabildiği ölçüde vücut bulur çünkü. Gerçeği kurgularken bir özü muhafaza eder ancak metni gazetecilikten kurtarmak için yeniden ve yeniden ele alırız. Bu bir bakıma gerçeğe bir tür hicap giydirdiğimiz bir estetize etme sürecidir. Bu süreçte kendimizi koruduğumuz gibi bize ilham veren kişileri de korumak etiğin alanına giriyor. Dürüstlüğü ise metni kişiye özgü kılacak şekilde oluşturmaya yönelik ve süresi hiç önemli olmayan çabaya bağlıyorum.
Yukarıdaki sorumla ilişkili olarak söyle bir soru daha sormak istiyorum: Etik ile estetik arasındaki ilişkide denge nasıldır, nasıl olmalıdır? Sizce etik olan kendiliğinden estetik midir?
Yoksul bir adamın yerde bulduğu cüzdanı cebine atmayıp da karakola teslim etmesi hepimizin kalbinde güzel duygular uyandırır. Merhamet değil de şefkat, insanın dünyaya tevazu ile yönelmesini getiren bir his, bir tutum gibi geliyor bana. Haksızlığa ve zulme direnen kalabalıkların yürüyüşü insan varlığına duyduğumuz inancı güçlendirir, izlerken gözlerimiz yaşarır ve o kalabalığın bir parçası olmak isteriz. Tersi de doğru: Van Gogh’un Patates Yiyenler isimli tablosunu izlerken, o kasvetli bodrum karanlığı bizi bütün dersleriyle birlikte yoksulların dünyasına çeker. Derviş Zaim’in Rüya’sı, dere yatağına yapılmış binaların yol açtığı felaketin gerçeklerine uyandırır bizi.
Kurguya gelince, kötü bir kurguda etkileyici, bakışımızı tazeleyen, bize umut bahşeden bir cümleye nadiren rastlıyoruz. Estetize etme süreci, bir bakıma eserin aradığı hakikati mümkün olduğu kadar metne sindirmektir bana göre. Dilin veya konunun ihtiyaçları konusunda titiz davrandığınız takdirde eksikler ve fazlalıklar, abartı veya göz ardılar, tekrarlar ve boşluklarla ilgili pürüzler olabildiğince kaybolacaktır metinden. Konu da içerik de ancak böyle bir titiz çalışmayla gerçek hayattaki ilk biçimlerinden uzaklaşarak yeni bir vücut bulabilir. Bu tür bir işleme süreci esin kaynaklarınızı, kişilerinizi bir yandan içselleştirirken aynı zamanda kat kat örtülere bürüyerek korumak anlamına da gelir. Sonunda nasıl bir içerikle karşılaşacağını yazar da bilemez, bu süreç yazarı da olgunlaştırır.
Bulaşıkları yıkadıktan, çocukları uyuttuktan sonra kendilerine okuyarak başka diyarlara açılan pencereler inşa eden kadınlar; okuyup yazan ama donanımının karşılığını gerçek hayatta bulamadığı için daha çok kabuğuna çekilen mutsuzlaşan taşralı kızlar... Cihan Aktaş’ın öykü kahramanları okumanın ve yazmanın getirdiği katmerlenen mutsuzluğa ve yalnızlığa rağmen bunlara neden devam eder?
Hayat ve varlığın tabiatı bunu gerektirir çünkü, üstelik konu mutsuzluk değil rızadır, kendinden razı olmak, sevdiklerinin rızasını kazanmak. Güzelliğe kapılırız ama süs bitkisi gibi veya sadece bir saçmalığın peşinde harcamak istemeyiz bütün bir ömrü. Biz insan olarak bir arayış üzere yaratılmışız, hidayet de hem arayışa zorlar hem de bu arayış içinde sürekli yeniden var olur. Hayata ve varlığa, düşünceye ne kadar anlama çabasıyla yaklaşırsanız o da size kendini aynı nispette açar. Büyük zorluklara rağmen çaba göstermekten vazgeçmeyen ve böylelikle etraflarına umut saçan insanlar, benim kahramanlarım.
Yazarlığınızın öğrenmeye dayalı bir yazarlık olduğundan bahsediyorsunuz. Hayatına ansızın giren onca kahramanı ve kurgunun büyülü dünyası Cihan Aktaş’a yazarlıktan ziyade bir insan olarak hayata dair neler öğretti?
Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde ustası Nuri Efendi, romanın anlatıcısı da olan başkahramanı Hayri İrdal’a şunları söyler: “Hayata ve etrafa karşı yeter derecede dayanıklı değilsin. Seni ancak iş kurtarabilir. Yazık ki bu iş için lazım olan dikkat sende yok. Fakat saatleri seviyorsun, onlara acıyorsun.” Sonra da dinlemeyi bilmesinin bir haslet olarak değerinin altını çiziyor Nuri Efendi. Birbirini geliştiren, birbirine ilmekler hâlinde bağlı olup etrafa yayılan faaliyet ve ilişkileri seviyorum. Ben her zaman konuşmaktan çok dinlemeyi seven biri oldum. “Dinlediğim için bir hikâye anlatıcısıyım.” der ya John Berger... Tabiatın, sofaların, sokakların sesleriyle gelişti içimde ötekini dinleme, anlama ihtiyacı. Birçok yerde konuşuyorum tabii ama her şeyden önce dinleme eğilimine sahibim. Dinlemediğinizde nasıl bilebilir ayrıca nasıl anlayış umabilirsiniz? İkinci romanım Seni Dinleyen Biri bu düşüncelerin kitabıdır bir bakıma. Bu arada “Geçerken” isminin oluşturduğu güzel duygudan da söz etmek isterim. Geçerken uğramak, gelip geçerken hâl hatır sormak, hatırladığı için oradan geçmek... Okumak ve yazmak öğretici ama konuşmadan, dinlemeden anlayamayacağımız o kadar çok şey var ki... Ha, “Gelip Geçenin Sözü” başlıklı, geçen yıl Dergâh’ta yayımlanan bir salgın öyküsünde de birçok yanlış anlama gibi gerçeğe uyanmada da işte böyle karşılaşmalarda sarf edilen sözlerin açıklayıcılığını konu etmiştim.
Bir söyleşinizde, eğer kitap ve kalemle tanışmasaydım kilim dokurdum, diyorsunuz. Bu düşünceniz beni çok etkiledi. Kilimin sizdeki öyküsünü çok merak ettim, biraz anlatır mısınız?
Ortaya bir eserin çıktığı herhangi bir faaliyette bir arınma yaşarız, buğday hasadı da benzeri bir hafifleme sağlamaz mı? Severek yaptığımız herhangi bir iş bakışımızı güzelleştirir, sevmesek bile layıkıyla, özenerek yaptığımız işle ise olgunlaşırız. Ekmek parası için kasvetli ortamlarda ve bir yandan da sistemli mobinge katlanarak çalışmak büyük bir azap. İnsanlar yaptıkları işi sevselerdi, daha kendiyle barışık ve yapıcı bir ruh hâline sahip olurlardı. Okuryazarlıkla ilgili herhangi bir faaliyet, kendimi içinde bulduğum ortamın sağladığı bir eğilim veya disiplin. Bu açıdan kendimi şanslı hissediyorum. Tabii ki yazma disiplinini oluşturmak ve bunun da çevrem tarafından kabulü için uzun yıllar çaba gösterdim. Bu mümkün olmasaydı, üzülür ama kendimi bırakmazdım. Kilim dokumak, kilimlere imgelerimi nakşetmek veya benzeri bir başka meşguliyet beni mutlu ederdi. Bir zanaat alanında yol almak bugün birçok üniversitede eğitim görmekten çok daha geliştirici bir disiplin.
Çok üretken bir yazarsınız, yakınlarda da yeni kitabınız çıkacak, bize biraz ondan bahseder misiniz, Cihan Aktaş’ın yeni kitabı hayatı hangi kıyısından yakalıyor?
Yeni romanım Şair ve Gecekuşu’nun ilk notlarını 13 sene önce atmıştım. O yıllarda Tahran’da, Tabatabai Üniversitesi’nin Türk Dili ve Edebiyatı Fakültesi’nde “yaratıcı yazarlık” dersleri veriyordum. Türk kadın şairlerle ilgili bir ders hazırlarken 1916’da vefat eden divan şairimiz, Atkaracalarlı Cevriye Banu’nun ismi çıktı karşıma. Hakkında sadece birkaç cümlelik bilgi vardı. Ölmeden iki yıl önce, “İnsanlar yanlış anlar.” diyerek divanını yakması dikkatimi çekmiş, bunun üzerine düşünmüştüm. 2016 yazında iş dolayısıyla Çankırı’da bulunan kardeşimi ziyarete giderken birden Atkaracalar levhası geldi önüme. Yolculuğumu uzatıp Atkaracalar’a gittim, Cevriye Banu’nun kardeşinin torunlarıyla tanıştım, mezarını ziyaret ettim. Bu bir başlangıç oldu ve dört yıl içinde birkaç defa gittim Atkaracalar’a. Bu arada, hayat hikâyesini etkileyici bulduğum, 1909 Nişantaşı doğumlu, rüştiye mezunu köy öğretmeni Nimet Gecekuşu üzerinden bir roman yazmayı da hep istiyordum. Nimet Hanım’ın babası Cumhuriyet’ten sonra devrimler yapılmaya başlayınca, ben bu kızları bu şehirde yetiştiremem, deyip karısı ve kızlarıyla Erzincan’ın seferberlikten kalma bir köyüne göç ediyor. Gönülsüzce katıldığı bu göçün sonunda Nimet okuma yazma bilmeyen bir gençle evlenmeye mecbur kalıyor. Her iki kadının hayatı üzerine incelemelerimi sürdürürken birçok ortak noktaları olduğunu fark ettim. İşte bu ortak noktalardan hareketle kaleme aldığım bir kurgu Şair ve Gecekuşu.
Son olarak size bazı kelimeler versem ve onlarla ilgili aklınıza gelen ilk çağrışımları sorsam.