Fi tarihinden beri hiçbir şey değişmemiştir bu kasabada. Yahut kâinatın doğasında var olan gözle görülemeyecek o çok yavaş ama dehşetli kıpırdanmalar olmuştur da kimseler fark etmemiştir. Telaş ve endişe bu kasabanın sınırları dışında kalmıştır sanki. Yıllar, aylar yani ki birbirine benzeyen günlerin bitmez tükenmez tekrarından ibaret olan zamanın boğumları mevsimlere, bayramlara ve aile içi önemli olaylara göre belirlenmektedir burada. Buranın sakinlerinin içlerini kemiren, onları endişelendiren tek şey de bu tekrarın bozulması, bir sonraki günün önceki güne benzemeyeceği korkusudur. Bu döngünün daim olması için atalarının miras bıraktığı, “Tanrı’ya şükürler olsun, bugün de geçti! Güzel bir gündü. İnşallah yarınki günümüz de böyle olur!” duasıyla, sızlanarak girerler yataklarına her gece. Bu duadan sonra, başlarının üzerinde dönüp duran endişeler, aklı ve kalbi kemiren karanlık sorular uçup gidiverir zihinlerinden. Hemen yanı başlarında durgun bir ırmak gibi akmaktadır yaşam; başka türlüsünün günah olduğuna inanarak yaşayan bu telaşsız insanların yapmaları gereken ise bu ırmağın kıyısında oturup kendiliklerinden gelip önlerinden geçen kaçınılmaz olayları izlemektir. Tüm ihtiraslardan uzak, sağlıklı, neşeli ve inanarak dua eden bu insanlar için zamanın döngüsünün bittiği, ölümün kapıyı çaldığı o kaçınılmaz an ise bir çiçeğin bütün renkleriyle yaşayıp sonra kimseler fark etmeden solup gidişi gibi doygun ve sancısız bir andır. İşte burası, herkesin derin bir uykuya daldığı, sürekli bir tembelliğin sokaklara, evlere, kıyafetlere hatta alınlardaki incecik çizgilere bile sindiği kasaba yahut gamın, tasanın, kederin olmadığı yitirilmiş bir cennet ülkesi Oblomovka!
Şimdi düşlerinde yaşattığı Oblomovka haricinde hiçbir şeyi umursamayan, hiçbir şeyin onu tedirgin etmediği, heyecanlandırmadığı koyu gri gözler her geçen gün öncekinden biraz daha fazla dalgınlıkla duvarlarda, tavanda kaygısızca dolaşıp durmaktadır. Düşüncenin özgür bir kuş gibi gözlerinde kanat çırptığı, alnının çizgilerinde gezindiği, sonra da tamamen uçup gittiği ve ardında uyuşukluğun sönük ışığını bıraktığı yüzündeki umursamazlık ve isteksizlik bütün bedenine hatta ropdöşambırının kıvrımlarına bile sinmiştir. Uyuşukluğun, yüzündeki çizgilere değin sindiği bu adamı tembellik sanatının üstadı olarak tanıdık biz. Dışarıyla bağlarını kesen bir mağaraya sığınır gibi sığındığı perdeleri daima kapalı eviyle, kuş tüyünden yapılma bir tabutu andıran yatağında uyumadığı zamanlarda sarındığı eprimiş ropdöşambırıyla tanıdık onu. Başını kanadının altına sokup ömür boyu tavan aralarında guguklamaya hazır hassas bir kumru gibi hatırladık. Atalarının uyuşuk elleriyle çocukluğundan beri yavaş yavaş yontup şekillendirdikleri sonra da miskinliğin başkenti Oblomovka’ya diktikleri ışıltılı bir heykeldi o; İlya İlyiç Oblomov’du.
Uzaktan bakan herkes, Oblomov’un, yiyip içip yatmaktan başka bir şey bilmediğini, işe yarar düşüncelerinin pek olmayacağını zannederdi. Hâlbuki tembelce uyuduğu zannedilen yorganın altında kimi zaman insanların çektiklerini düşünerek ruhunun derinliklerinde için için ağlamakta, acı çekmekte kimi zaman da insanların ahlaksızlığına, sahtekârlığına, yalancılığına, dünyayı saran kötülüğe içerlemekte, acısını insanlara göstermek isteğiyle içi yanmaktadır onun. Hatta bu düşünceler öyle yoğunlaşmaktadır ki kimi zaman, arzuları damarlarındaki kanı ateş gibi ısıtmaktadır. İşte o zaman gözlerinin içindeki parıltıyla doğrulup yatağının içinde oturmaktadır Oblomov, tam o an mucizelere gebe yüce bir güç hissetmektedir iliklerinde, arzularının bir zafere dönüşmesine çok az kalmıştır zira. Gelgelelim sabah gelip geçmiştir o sırada, gün akşama dönmek üzeredir, kanındaki ateş yavaş yavaş sönmüş, ruhundaki fırtınalar dinmeye başlamış, kafasının içindeki düşünceler dağılmış ve nihayet yorgun düşmüştür Oblomov, artık huzur istemektedir. Sırtüstü uzanır yatağına, karşıdaki evlerin arkasında görkemli bir şekilde batan güneşi kederli bakışlarıyla yolcu eder. Ah, kim bilir kaç kez böyle yolcu etmiştir güneşi!1
Herkes gibi durgun yüzünün daha sık canlandığı, gözlerinin hayat ışığıyla, güçle parladığı olmuştur şüphesiz Oblomov’un. Oysa günler, aylar, yıllar geçmiştir üzerinden, otuzlu yaşlar çalmıştır kapısını, saçları acımasızca dökülmeye başlamıştır, gözlerindeki ışık yavaş yavaş sönmüş ve iki donuk nokta kalmıştır geriye. Kendine, emek isteyen mütevazı bir patika seçip onda ilerlemeye, o patikada derin izler bırakmaya çalışmamıştır hiç. Kafasında sürekli geleceğinin resmini çizerken hayalini kurduğu hiçbir şey için bir adım bile atmamıştır henüz; hâlâ olduğu yerde, yaşamın kapısının eşiğinde beklemekte, yaşamaya hazırlanmaktadır. Ne zaman yaşamaya başlayacağım ben, diye sormaktadır kendine. Her şeyi erteler, sürekli yorgundur, zekâsı ve iradesi bir daha düzelmeyecek şekilde felç olmuştur. Yaşamındaki olaylar mikroskobik ölçülere kadar küçülmüştür ama bu basit olaylar bile ona ardı ardına saldıran dev dalgalar gibi görünmektedir artık.
Sonra bir gün başına çektiği yorganın altında uykuyla uyanıklık arasında düşündüğü bir an, hayatının en aydınlık en bilinçli anlarından birine uyanır Oblomov. Karanlık bir harabede uyuyan kuşların güneşin birden vurmasıyla karmakarışık havalanmaları gibi bir andır bu. Sorular üşüşür kafasına. Dehşete düşer. Kişiliğinin gelişmemişliğini, hantallığını, ruhsal yeteneklerinin çoğunun hiç uyanmadığını, bazı iyi yeteneklerinin ise yalnızca kıpırdadığını ve şimdiye kadar belki de çoktan ölmüş olduğunu düşünür içi sızlayarak. O yetenekler ki hiç işlenip paraya dönüşememiş altın madenleri gibi bir dağın derinliklerinde gömülü kalmıştır. Onun yaşamı, başkalarınınki gibi her şeyin önce aydınlanıp sonra da durulmaya başladığı, yavaş yavaş söndüğü bir yaşam değildir; sönmekle başlamıştır onun hayatı, kendini bildiğinden beri sönmekte olduğunu hissetmiştir. Bu an, belki de Oblomov’un kendine ilk kez yaptığı gizli bir itiraftır: “Evet, pörsümüş, kullanılacak yanı kalmamış, eski bir ceketim ben. Ama iklimden, çalışmaktan değil, on iki yıldır içimde kapalı, dışarı çıkmak için çırpınan, yalnızca hapis olduğu yeri yakan ve özgürlüğüne kavuşamadan sönen ışıktan ötürü.”2 Peki, ne yapmalıdır şimdi? İlerlemeli mi yoksa olduğu yerde mi kalmalı? Zira yaşamın eşiğinden ileri adım atmak demek bu eprimiş ropdöşambırı bir anda yalnızca sırtından değil, ruhundan, beyninden de çıkarıp atmak demektir.
Herkesin düşüne düşüne vardığı bir liman vardır. Yahut herkes düşüncenin okyanusunda boğulmamak için sığınacak bir liman var eder kendine. Oblomov da kendine yaptığı ilk ve tek gizli itiraftan sonra sonunda bir limana varır. Anlamsız hevesler olmadan, sokaklarda boş boş dolaşmadan odasında, yeni doğan bir çocuk gibi gamsız uzanabilmek insan onuruna yaraşır bir şey değil midir? Böyle sırtüstü yatıp huzurunu korumak hasta bir insan için olduğu gibi zorunluluk değildir, yorulan bir insan için olduğu gibi gelip geçici bir gereksinim yahut tembel biri için olduğu gibi bir zevk de değildir. Çiçeklerin açması gibi, bulutların yağması gibi olağan bir şeydir yatmak onun için. Herkesin bir görevi vardır dünyada. Payına, hayatın fırtınalı yanlarını göstermek, savaşmak düşen insanlar da vardır elbet. Ama Oblomov insan hayatının huzurlu yanını göstermek için böyle yaratılmıştır. O, arenaya çıkacak bir gladyatör gibi değil sakin bir seyirci olarak gönderilmiştir hayata. Ürkek ruhu mutluluğun heyecanlarına da hayatın darbelerine de dayanamazdı zira. Yitirilmiş bir hayat için pişmanlık duymasına gerek yoktu bu yüzden. Oblomovka’nın Eflatun’unun düşüne düşüne vardığı liman buydu işte. Bu felsefe sorunların, görevlerin, amaçların arasında uyutmuştu onu. Kapısında beklediği, her an yaşamaya hazırlandığı ama bir adım bile atmadığı geleceğinin geniş tabutunun içine, kendi mezarlarını kendileri kazan keşişler gibi girmişti Oblomov.3
Peki, uyuşukluğa yakalanmış, yaşamaktan korkan bu hastalıklı ruh, kutsal Oblomov aslında kimdir? Ailesi ve hizmetçiler tarafından el üstünde tutulup şımartılan, üşümemesi, yaralanmaması ve yorulmaması için her şeyden uzak tutulan, tüm kaprislerine anlayış gösterilen; fanusun içinde büyüyen bir bitki gibi ağır ağır, cansız yetiştirilen; ortaya çıkmayı bekleyen yetenekleri daha yeşeremeden köreltilen küçük İlya İlyiç Oblomov kimdir? Bir burjuvadır Oblomov. Gonçarov, kendisinin de içinde yetiştiği Rus toplumsal yapısıyla ve eğitimiyle Oblomov tiplemesi aracılığıyla alay eder. Kırklı yaşlarındayken yazmayı planlar Oblomov’u. Yaptığı uzun denizaşırı yolculuk, temaşa ettiği kıpırtısız, uykulu sahil kasabaları hepsi Oblomov karakteri için bir hazırlık gibidir. Oblomov’un satır aralarında gömülü asıl hazine ise Gonçarov’un derin sevgisini ömrü boyunca ruhunda taşıdığı evi ve çocukluk anılarıdır. Bir gün, telaşsızca yaşayan kasabalarına ismi Yakubov olan emekli bir denizci gelir. Bu yalnız, iyi kalpli, ihtiyar denizci yaşamının geri kalanını geçirmek üzere Gonçarovların evine yerleşir, babaları öldüğünde evin çocuklarını kanatları altına alır, onların hem vaftiz babası hem de çocukluk kahramanı olur. Gonçarov’a göre doğuştan asil ve aristokrat ruhlu bir insan olan bu yaşlı denizci, kimi zaman, “kafanı koparacağım senin” diye hizmetçilerini tehdit etse de kavga etmek için elini bile kaldıracak takati olmayan bu nazik ihtiyar, aksine hizmetçilerin ayakkabıya ihtiyacı olduğunda ücretini bizzat ödeyerek kendi ayakkabıcısına diktiren yardımsever biridir. Burada, aynı olayların gün gün, yıl yıl kendini tekrar edip durduğu, göze çarpan herhangi bir değişikliğin olmadığı Oblomovka’da, Gonçarov ailesinin evinde, rahat yatağında, acı ve pişmanlığın duyulmadığı bir hayatın içinde tasasız yaşayıp gitmiştir Yakubov; tembellik ve aylaklık diğerleri gibi onun da bütün gücünü alıp götürmüştür. Gonçarov’un çocukluğunda büyük bir iz bırakan Yakubov, Oblomov’un bedeninde can bulur ve tıpkı Oblomov gibi görünüşte hiç acı çekmeden, sahibinin kurmayı unuttuğu bir saatin durması gibi sessizce ölüverir.
Yakubov öldü evet, peki ya İlya İlyiç Oblomov gerçekten tamamen ölmüş müydü? Eleştirmen Dobrolyubov’un dediği gibi, Oblomovka’nın cenaze marşını yazmak için hâlâ erkendir, zira her birimizde Oblomov’dan bir parça vardır. Hayata daha dikkatli bakın, eğer insan hakları konusundan dem vuran bir ev sahibi görürseniz daha ilk kelimelerinden anlayın ki Oblomov’dur o. Eğer zahmetli ofis işlerinden şikâyet edip duran resmî biriyle tanışırsanız, o Oblomov’dur. Her türlü kanunsuzluğun yapıldığı ama eğitimli insanların içindeyken hiç azalmayan bir coşkuyla kanunsuzluk hakkında atıp tutulan bir yerdeyseniz farkında olmadan Oblomov’un tarafına geçmişsinizdir. İşte o anda bu insanların gürültücü ve can sıkıcı konuşmalarını kesin ve onlara şu soruyu sorun: Hiçbir şeyin iyi olmadığını söyleyip duruyorsunuz, o hâlde ne yapmak gerekir? Ama onlar bunun cevabını bilmezler. Onlara basit çözüm yöntemleri sunduğunuzda ise size, “Evet, ama bu kadar ani mi, hemen mi?” derler. Çünkü Oblomovgiller’in çoğundan pek bir şey beklememek gerekir, zira hepsi üzerlerinde Oblomovizmin mührünü taşır. Bu uyuşukluk hâli ve derin yeteneksizlik, ortak bir gevşeme hâlidir. Bu yüzden Oblomovgiller neye ihtiyaç duyduklarını ve neye üzüldüklerini dahi bilmeden durmadan ileri geri konuşurlar. Arzuları ve istekleri olmadan yaşayamazlar onlar, fakat arzularını yerine getirmek için de hiçbir şey yapmazlar. Acı çekerler, öyle ki ölmek bile daha iyidir ancak ileriye doğru bir adım atıp kendileri için hiçbir şey yapmazlar; tek yaptıkları şey aldıkları üzücü tabloları duvarlarına asmaktır.4
Oblomov karakteri dönemsel bir tipleme değildir. Gonçarov’un, Oblomov’da sembolleştirdiği uyuşukluk evrensel bir olgudur. Bu yüzden romanı okuyup kenara bıraktığımızda o tekinsiz korku gelir göz bebeklerimize oturur. Zira Oblomov’un hayatında bize de tanıdık gelen bir şeyler bulur hatta korkunç derecede ona benzediğimizi fark ederiz. Görürüz ki kaçınılmaz bir şekilde bizi ele geçirmiştir o, hayatımızın büyük bir alanına yayılmıştır. Şeklini değiştirerek her kuşakla yeniden doğmakta hâlâ yaşamaktadır. Bu yüzden bir eleştirmenin dediği gibi Oblomovluk ile olan mücadelede yaşayan bir inkâr vardır, Oblomov bizim içimizde, en derinimizde belki de yaptığımız en son hareketimizdedir.5 Zira Oblomovka gerçek bir coğrafi konum değil bir ruh hâlidir.
Kaynakça
1. Ivan Aleksandroviç Gonçarov, Oblomov, Çev. Ergin Altay, İletişim Yay., İstanbul: 2023, s. 109,110,111.
2. Ivan Aleksandroviç Gonçarov, Age., s. 242.
3. Ivan Aleksandroviç Gonçarov, Age., s. 582, 583.
4. Yevgeniy Solovyov, Oblomov’un Yaratıcısı; Ivan Gonçarov, Çev. Emel Saatçi, Dorlion Yay., Ankara: 2018, s. 65,66.
5. Yevgeniy Solovyov, Oblomov’un Yaratıcısı; Age., s. 78,79.