Yitirilmiş Bir Cennet Ülkesi, Oblomovka

Ne var ki Oblomov’un içinde bu yaşam

çiçeği açtı ama meyve vermedi.

Uyandı bu rüyadan…

Ivan A. Gonçarov

Fi tarihinden beri hiçbir şey değişmemiştir bu kasabada. Yahut kâinatın doğasında var olan gözle görülemeyecek o çok yavaş ama dehşetli kıpırdanmalar olmuştur da kimseler fark etmemiştir. Telaş ve endişe bu kasabanın sınırları dışında kalmıştır sanki. Yıllar, aylar yani ki birbirine benzeyen günlerin bitmez tükenmez tekrarından ibaret olan zamanın boğumları mevsimlere, bayramlara ve aile içi önemli olaylara göre belirlenmektedir burada. Buranın sakinlerinin içlerini kemiren, onları endişelendiren tek şey de bu tekrarın bozulması, bir sonraki günün önceki güne benzemeyeceği korkusudur. Bu döngünün daim olması için atalarının miras bıraktığı, “Tanrı’ya şükürler olsun, bugün de geçti! Güzel bir gündü. İnşallah yarınki günümüz de böyle olur!” duasıyla, sızlanarak girerler yataklarına her gece. Bu duadan sonra, başlarının üzerinde dönüp duran endişeler, aklı ve kalbi kemiren karanlık sorular uçup gidiverir zihinlerinden. Hemen yanı başlarında durgun bir ırmak gibi akmaktadır yaşam; başka türlüsünün günah olduğuna inanarak yaşayan bu telaşsız insanların yapmaları gereken ise bu ırmağın kıyısında oturup kendiliklerinden gelip önlerinden geçen kaçınılmaz olayları izlemektir. Tüm ihtiraslardan uzak, sağlıklı, neşeli ve inanarak dua eden bu insanlar için zamanın döngüsünün bittiği, ölümün kapıyı çaldığı o kaçınılmaz an ise bir çiçeğin bütün renkleriyle yaşayıp sonra kimseler fark etmeden solup gidişi gibi doygun ve sancısız bir andır. İşte burası, herkesin derin bir uykuya daldığı, sürekli bir tembelliğin sokaklara, evlere, kıyafetlere hatta alınlardaki incecik çizgilere bile sindiği kasaba yahut gamın, tasanın, kederin olmadığı yitirilmiş bir cennet ülkesi Oblomovka!

Şimdi düşlerinde yaşattığı Oblomovka haricinde hiçbir şeyi umursamayan, hiçbir şeyin onu tedirgin etmediği, heyecanlandırmadığı koyu gri gözler her geçen gün öncekinden biraz daha fazla dalgınlıkla duvarlarda, tavanda kaygısızca dolaşıp durmaktadır. Düşüncenin özgür bir kuş gibi gözlerinde kanat çırptığı, alnının çizgilerinde gezindiği, sonra da tamamen uçup gittiği ve ardında uyuşukluğun sönük ışığını bıraktığı yüzündeki umursamazlık ve isteksizlik bütün bedenine hatta ropdöşambırının kıvrımlarına bile sinmiştir. Uyuşukluğun, yüzündeki çizgilere değin sindiği bu adamı tembellik sanatının üstadı olarak tanıdık biz. Dışarıyla bağlarını kesen bir mağaraya sığınır gibi sığındığı perdeleri daima kapalı eviyle, kuş tüyünden yapılma bir tabutu andıran yatağında uyumadığı zamanlarda sarındığı eprimiş ropdöşambırıyla tanıdık onu. Başını kanadının altına sokup ömür boyu tavan aralarında guguklamaya hazır hassas bir kumru gibi hatırladık. Atalarının uyuşuk elleriyle çocukluğundan beri yavaş yavaş yontup şekillendirdikleri sonra da miskinliğin başkenti Oblomovka’ya diktikleri ışıltılı bir heykeldi o; İlya İlyiç Oblomov’du.

Uzaktan bakan herkes, Oblomov’un, yiyip içip yatmaktan başka bir şey bilmediğini, işe yarar düşüncelerinin pek olmayacağını zannederdi. Hâlbuki tembelce uyuduğu zannedilen yorganın altında kimi zaman insanların çektiklerini düşünerek ruhunun derinliklerinde için için ağlamakta, acı çekmekte kimi zaman da insanların ahlaksızlığına, sahtekârlığına, yalancılığına, dünyayı saran kötülüğe içerlemekte, acısını insanlara göstermek isteğiyle içi yanmaktadır onun. Hatta bu düşünceler öyle yoğunlaşmaktadır ki kimi zaman, arzuları damarlarındaki kanı ateş gibi ısıtmaktadır. İşte o zaman gözlerinin içindeki parıltıyla doğrulup yatağının içinde oturmaktadır Oblomov, tam o an mucizelere gebe yüce bir güç hissetmektedir iliklerinde, arzularının bir zafere dönüşmesine çok az kalmıştır zira. Gelgelelim sabah gelip geçmiştir o sırada, gün akşama dönmek üzeredir, kanındaki ateş yavaş yavaş sönmüş, ruhundaki fırtınalar dinmeye başlamış, kafasının içindeki düşünceler dağılmış ve nihayet yorgun düşmüştür Oblomov, artık huzur istemektedir. Sırtüstü uzanır yatağına, karşıdaki evlerin arkasında görkemli bir şekilde batan güneşi kederli bakışlarıyla yolcu eder. Ah, kim bilir kaç kez böyle yolcu etmiştir güneşi!1