Kitab-ı Mukaddes’te kâhin anlatıları geniş yer tutar. Kutsal kitaplara da kehanet kitabı olarak bakılır. Bugün Amerika ve Batı dünyasında Kitab-ı Mukaddes kutsal bir metinden daha çok bir kehanet kitabı olarak okunmaktadır. Musa, İsa, Meryem ile ilgili birçok kehanet kitapları yazılmıştır. Tevrat ve İncil’in şifresi üzerine hâlen kafa yoran araştırmacılar vardır. Batı bu kâhin ve kehanet işini öylesine ileri götürmüştür ki bırakın peygamberleri ve kutsal kitapları, Shakespeare’in mezar taşına yazmış olduğu bir dörtlüğünden hareketle dahi geleceğe dair sayısız yorumlar yapmaktadır. Kendi kutsal kitabını kehanet kitabı diye okuyup yorumlayan Batılı yazarlar, bugünden daha çok geleceğe kafa yormuşlardır. Batı kanonunun öncüsü Shakespeare başta olmak üzere pek çok yazar kehanet ile ilgili oyunlar ve romanlar yazmışlardır. Bu bağlamda bazen Kitab-ı Mukaddes’ten ilhamla bazen mevcut durumdan kendilerine bir rol biçerek geleceği okumaya çalışmışlardır. İsa’nın yeniden dirilişini ve yeryüzü krallığını konu alan veya metaforik olarak bunlara vurgu yapan romanlar yazmışlardır. Batılı yazarlar geleceğin dünyasını hep bu yeryüzü krallığı çerçevesinde değerlendirmiş ve okumuşlardır.
Gerçekte ütopik ve distopik romanların ilham kaynağı Kitab-ı Mukaddes’tir. Zira İsa’nın yeryüzü krallığı Batı’nın yeryüzü diktatörlüğüdür. Bu yeryüzü krallığı, distopik roman 1984’te dünyayı dizayn eden Büyük Kardeş’e, Yeni Cesur Dünya’da ise Dünya Devleti’ne tekabül eder.
Ütopik veya distopik eserlerin arka planında aynı zamanda güçlü bir Yahudi-Hristiyan kültürü yatmaktadır. V. yüzyılda Aziz Augustinus1 Roma’nın Vizigotlar tarafından yağmalandığı ve imparatorun büyük bir şok yaşadığı dönemde kaleme aldığı Tanrı Şehri’nde, insan şehri ile Tanrı şehri savaşının kaçınılmaz olduğunu ve sonuçta zaferi Tanrı’nın kazandığını söyler. Tanrı Şehri’nde dünyevi zevklerin bir tarafa bırakılması ve Hristiyanlık kuralları telkin edilir.2 1984 veya Cesur Yeni Dünya’da da geri planda Yahudi-Hıristiyan inanç ve kültürü hâkimdir.
Gerçekte kutsal kitaplar insanın yeryüzüne sürgününü bir imtihan, felsefesini ise bir ceza olarak tanımlar. Kutsala göre Âdem cennetten yeryüzüne sürülmüştür. Gerçek yurdundan sürülen, dünya gurbetinde yaşayan insan gariplik duygusu taşımaktadır. Varoluş felsefesi insanın bu gariplik duygusunu bir kısır döngü, bir cendere olarak açıklamaktadır. Zira bütün bunların merkezinde yer alan insan, iki şey arasında gidip gelmektedir. Birincisi ütopya “güzel yer” yani hayal yahut cennet, ikincisi ise Sartre’ın deyişiyle içinde bulunduğu absürt/saçma dünyadır. Ütopya insanın ilk geldiği yeri, cenneti işaret ederken; distopya insanın gideceği/varacağı yeri, kötüyü/hastalığı işaret eder. Kutsal anlatılarda insanın önünde iki dünya vardır; cennet yahut cehennem! Distopyada ise yalnızca kötü olan cehennem! Örneğin Thomas More’un Ütopya’sı ideal bir dünyayı anlatırken, George Orwell’in 1984’ü ve Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı kötü dünyayı anlatır.3 Ütopya insanın özlemini çektiği sıla, distopya içinde bulunduğu gurbettir. Ütopyada hayal edilen cenneti Tanrı yaratmıştır, distopyada ise bilim tanrıdır. Ütopyada Tanrı özne, insan nesnedir; distopyada insan özne, Tanrı nesnedir.
Bugünün insanı akılcılığı öne çıkardığı için duyguyu kaybetmiştir. Bu yüzden şiirin yerini psikoloji almıştır. Avrupa’da şiir dergilerinden ve kitaplarından daha çok psikolojik dergiler, kitaplar satılıyor. Romanın hâlen popülerliğini koruması hem psikolojiye
hem de kurguya dayanmasından dolayıdır. Akılcılığın tanrısallaştığı dünyada ütopyadan daha çok distopya ilgi görmektedir. Çünkü duygusuz ve salt akla dayanan bir dünyada insan trajik bir varlığa dönüşür. İnsan, madde ve ruh, akıl ve duygudur. Dünya dahi fizik ve metafizikten müteşekkildir. Akıl ve kalpten meydana gelen insan, kalbi yani gönlü ihmal ettiğinde tek kanatlı kuş gibi çırpınmaya mahkûmdur. Bugünün insanı ütopyanın cennetinden distopyanın cehennemine düşmüştür. Yeryüzünü Tanrısız inşa edeyim derken cehenneme çevirmiştir. Dostoyevski’nin dediği gibi Tanrısız bir dünya kaostur ve Tanrı’nın olmadığı bir dünyada her şey meşrudur. İşte bu meşruiyetten ilhamını alan modern dünya, artık ütopya görememekte, distopyanın kötülüğünde kıvranıp durmaktadır.
Aslında ütopya da distopya da edebiyat ve felsefe üzerinden insanın ve toplumun dünyadaki rolünü anlama çabasından doğmuştur. Ütopya, içinde bulunduğu dünyadan kaçan insanın sığınmak istediği ideal ülke, şehir veya adadır. Distopya ise insanın yaşadığı dünyayı değiştirmek, bu değişimin merkezine Tanrı’nın değil de insanın iradesini yerleştirme gayretidir. Bu yüzden ütopya umut, distopya kötümserliktir. George Orwell 1984’te totaliter bir devlette herkesin gözetim altında olduğu karanlık bir geleceği anlatır. 1984, yayımlandığı dönemde komünizm karşıtı bir propaganda kitabı olarak kaleme alınmıştır. Yeni bir sisteme karşı Winston Smith’in isyanını konu alır. Herkesin Büyük Birader tarafından gözetlendiği bir dünyada farklı düşünmek, farklı davranmak suçtur. Herkes sisteme itaat etmek ve onu savunmak zorundadır. Aslında Büyük Birader sistemin kurucusudur. Her yerde insanları gözetleyen bir tele ekran vardır.4 Orwell bu eserinin adını “Avrupa’daki Son Adam” koymak istemiş ancak yayınevi kitabı 1984 adıyla yayımlamıştır. Yazarın “Avrupa’daki Son Adam” adını seçmesi oldukça anlamlıdır. Çünkü bu distopik romanın kahramanı Winston Smith başta olmak üzere insanlar düşünce ve duygularını kaybederek gerçekte var olup olmadığı belli olmayan Büyük Birader’e hizmet için yaşarlar. Diğer bir deyişle insan olmaktan çıkıp robot olurlar. Çünkü herkesin tek bir kişiye bağlı olduğu, o tek kişinin duygu ve düşüncesiyle hareket ettiği bir dünya, insanlık dünyası olamaz. Romanda sistem (Okyanusya) bir düşman (Avrasya) yaratır ve onun için nefret günü icat eder. Herkes o gün nefretini kusar. Sonra bu düşmanın (Avrasya) dost olduğu söylenir ve başka bir düşman (Doğuasya) yaratılır ve bu defa bütün nefret bu yeni düşman için gösterilir.
Şimdi 1984’ün yazıldığı 1947’den, yani II. Dünya Savaşı’ndan bugüne geldiğimizde, distopik olarak kaleme alınmış bir romanın 70 yıl sonrasını işaret etmesi oldukça anlamlıdır. Burada hem yazarın geleceği görmesi hem de bu denetimin insanın varoluşunu dönüştürmesi anlatılmaktadır. II. Dünya Savaşı sırasında özellikle Avrupa büyük yıkım yaşamış, ölüm ve intiharlar yükselişe geçmiştir. Birçok insan dünyanın anlamsız olduğu duygusuna kapılmıştır. Zaten varoluşçuluğun (egzistansiyalizm) bir felsefe ve sanat eserine dönüşmesinde II. Dünya Savaşı ve Avrupa insanın içinde bulunduğu durum etkili olmuştur. En güzel varoluşçu roman ve hikâyeler bu dönemde yazılmıştır. Bu süreçte yani işlerin iyiye gitmediği bir dünyada yazar elbette içinde bulunduğu durumu anlatan romanlar yazacaktır. Bir taraftan Avrupa’nın içinde bulunduğu savaş, komünizm ve faşizmin yükselişi; diğer yandan insanın çaresizliği… Tabii 1984 distopik bir roman olarak Avrupa insanının içinde bulunduğu yıkım ve çaresizlikten daha çok o sırada ülkeleri tehdit eden komünizmin açmazları üzerinde durmuştur. Avrupa insanının çaresizliğini ve çıkmazını ise Sartre ve Albert Camus gibi varoluşçu yazarlar dile getirmiştir. Bu bağlamda Sartre ve Camus mevcut durumu, insanın içinde bulunduğu hâli işlerken; Orwell gelecekte insanı bekleyen tehlikeye dikkat çekmiştir. Ancak burada bir kurnazlık yaparak insanı bekleyen tehlikeyi diktatörlük/komünizm üzerinden okumuştur. Oysa bugün insanı bekleyen tehlike otuz yıl önce tarih sahnesinden silinen komünizm değil, kapitalizm ve onun daha 1940’larda tasarladığı dijital/sanal dünyadır.
Roman distopik olduğu için elbette iyi şeylerden bahsetmiyor, bir nevi insanı bekleyen karanlık geleceğe işaret ediyor. Ancak bu karanlık dünyanın sembolü ise gerçekte
“tele-ekran”dır. Bu tele ekran sinema ile başlamış, televizyon ile devam etmiş bilgisayar ile zirveye ulaşmıştır. “Tele-ekran” bir metafordur. Orwell’in romanında herkesi gözetleyen otoriteyi sembolize ederken; bugün herkesi gözetleyen, kontrol eden, algı oluşturan, yönlendiren, tektipleştiren, gerçeklikten koparan bir aygıta dönüşmüştür. Hatta daha ileri giderek söyleyecek olursak sanal gerçeklik insanı kendine bağlayan bir tanrı olmuştur. Bu tanrı sanal bir cennette (metaverse) yaşamaktadır. Trajik olan ise yazarın işaret ettiği bu kötümser dünyanın bugün inşa edilmiş olmasıdır.
Bir başka distopik roman Cesur Yeni Dünya’dır. Cesur Yeni Dünya’da maddi dünyanın mükemmelliğine karşın düşünce, kültür, sanat, evlilik vb. değerler, yani insanı insan yapan şeyler yer almaz. Bilim, tanrısal bir güçle her şeye hükmeder. Huxley de bu romanını 1932’de I. Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika’nın hegemonyasının yeni hissedilmeye başladığı bir zamanda yayımlamıştır. Aslında Huxley burada geleceğin “Dünya Devleti” Amerika’sını görmüştür. Romanda anlatılan dünya devletidir. Şirket (Ford) tıpkı 1984 romanında tanımlanan totaliter devleti sembolize eder. Nasıl ki Goerge Orwell Rusya’yı distopyasına dolaylı olarak konu etmişse, Huxley de Amerika’yı konu edinmiştir. İnsanların doğal yolla değil de Yahudi Ford’un fabrikasında tüplerde üretilmesi dikkat çekicidir. Bugün Amerika ve Avrupa’da tüp bankaları vardır ve burada tüp bebekler üretilmektedir. Huxley tüp bebeklerin meydana getireceği sorun üzerinde durmamıştır ancak bugün tüp bankalarından alınan spermlerle bebek yapan ailelerin çocuklarını birbiriyle evlenmek gibi korkunç bir tehlike beklemektedir. Huxley’in fabrika üzerinden kurguladığı şey gerçekte bilim ve teknolojinin gelecekteki hâkimiyetine işaret etmektedir. 1984’te “tele-ekran”, Cesur Yeni Dünya’da “fabrika” metafor olarak yer alır. Tele-ekran, sanal dünya; fabrika, teknolojidir. Bugün bu ikisi dünyaya hükmetmektedir.
Cesur Yeni Dünya’da herkesin kişiliğine göre bir işi, şartlandığı şeye özgü fikri vardır. Onun dışında herhangi bir fikri yoktur. Zaten olması da istenmez. Çünkü insan kendi işinin dışında başka şeyler hakkında fikir sahibi olduğunda verimli olmaz. Verimli olmadığı zamanda Dünya Devleti’ne faydalı olamaz. Bu yüzden çocuklar çiçek ve kitap okumaktan nefret eder hâle getirilir, çünkü çiçeklerle bir ünsiyet kurduğunda doğaya bağımlı hâle gelebilir ve bu yüzden fabrikada verimli çalışamaz. Tarih, dinî kitaplar, felsefe yasaktır. Örneğin tarih öğretilmez çünkü geçmiş yok sayılmaktadır. Zira geçmişle bağ kuran geleceğini inşa edebilir. Oysa bu “Cesur Yeni Dünya” için tehlikeli bir durumdur. Cesur Yeni Dünya’da geçmiş değil gelecek tasarlanmıştır. Bu yüzden insanlar tarih okumayarak geçmişi, felsefe okumayarak sorgulamayı ve dini öğrenmeyerek inancı kaybederler. Çünkü bunlar insanın sorgulamasını sağlar. Dünya Devleti’nde yaşamak istemeyenler vahşi bölgede tel örgüler arasında yaşamak zorundadır. Bunlar Hristiyanlığa inanan kimselerdir. Ayrıca Dünya Devleti’nde modernizmi, onun dışındakiler vahşi dünyayı temsil etmektedir.
Dünya Devleti’nde yaşlanmak yoktur. Dikkat edilirse Yeni Cesur Dünya’da ileri sürülen düşünceler bugün birebir yaşanmaktadır. Bugünün insanı yaşlanmayı bir acizlik saymaktadır. Gençleşmek için makyaj malzemeleri büyük sektör, estetik ameliyatlar ise büyük bir yekün oluşturmaktadır. Örneğin insanlar geçmişten daha çok geleceğe yatırım yapmaya teşvik edilmekte, dijital mecrada kısa aforizmalar paylaşılmakta ancak ciddi okumalar yapılmamaktadır. Çocukların yastıkları altına yerleştirilen ses cihazlarıyla bilinçaltları kontrol edilirken bugün sanal dünya ile çocuklar kontrol altına alınmaktadır. Dünya Devleti dinsiz bir dünya inşa eder. Bugün sanal dünyadaki paylaşımlar bilgili bilgisiz bütün herkesi din ve Tanrı konusunda kuşkuya düşürücü paylaşımlara yer vermektedir.
Sonuç olarak baktığımızda özellikle distopyalar Batı kaynaklı arka planında Kitab-ı Mukaddes ve Yahudi-Hristiyan kültüründen beslenmiştir. Modern hayat ve sanal dünya tıpkı ütopya ve distopyada olduğu gibi insanları gerçeklikten koparıp farklı bir dünyaya götürmektedir. Bu dünyada “herkes herkes içindir” fikri egemenmiş gibi görünse de bir despotizm/totalitarizm hâkimdir. Çünkü toplum kurgulanmıştır. Gerçekte herkes en üst iradeye, yani merkezde bulunana hizmet eder. İnsanın kendi iradesi yoktur. Ayrıca iradeleri/düşünceleri dumura uğratılmıştır. İradelerini ortaya koyduklarında cezalandırılırlar. Çünkü irade düşünmek demektir, düşünmek ise isyan etmek. Descartes’ın “Düşünüyorum öyleyse varım.” çıkarsamasına karşılık burada “Düşünmüyorum öyle varım.” fikri yaygındır. Bugün mateverse denilen sanal evrenin yahut sanal dünyanın 1984 veya Cesur Yeni Dünya’dan bir farkı yoktur. 1984 ve Cesur Yeni Dünya’nın idealize ettiği yalancı dünyada (metaverse) insanların önüne yalancı cennet konulmaktadır. 1984 ve Cesur Yeni Dünya ile insanlar hakikatin dışındaki bir hayale inandırıldıkları gibi bugün de mateverseye inandırılmaktadırlar. Mevcut sanal dünyada tek bir gerçek var o da gerçeklikten kopmadır. Dünya Devleti’ndeki çocukların doğadan uzaklaştırılıp fabrikaya kapatıldıkları gibi bugünün insanı da sokaktan, mahalleden, şehirlerden kopartılarak sanal dünyaya mahkûm edilmiştir. Batı, distopik romanlarla teorisini ortaya koyduğu geleceğin dünyasını bugün pratiğe dönüştürmenin zevkini yaşamaktadır. Zira distopik romanlar geleceğin tehlikesini göstermekten çok geleceği inşa için kaleme alınmıştır.
Kaynakça
1. 354’te Roma İmparatorluğu’nun Kuzeybatı Afrika eyaleti Tagaste’de doğmuştur. Pagan bir baba olan Patricius ve Hristiyan bir anne olan Monica’nın çocuğudur. Roma’nın çöküşü, Hristiyanlığın kabulünün yaygın olduğu dönemde yaşamıştır. Roma kültürüyle büyümüştür. Latinceden başka dil bilmemektedir. (Wikipedia)
2. Cesur Yeni Dünya’daki “Dünya Devleti”yle Aziz Augustinus’un “Tanrı Şehri” arasında bir bağ kurulabilir mi bilmiyorum ama ana fikir olarak aynı düşünce ve inancı ifade ettikleri söylenebilir. İnsani duygu ve düşüncelerden mahrum kalarak Tanrı Devleti’ni inşa eden Aziz Augustinus gibi Huxley de insani zevk ve düşüncelerden uzak Dünya Devleti inşa etmiştir. Huxley her ne kadar Hristiyanlığı vahşi gösterse de gerçekte Dünya Devlet’inde ortaya koyduğu insan modeli İsevi’dir. Augustinus, Orta Çağ insanını, Huxley modern çağ insanını anlatmıştır.
3. Cesur Yeni Dünya’nın orijinal adı Brave New World’dır. Gerçekte “brave” kelimesi “güzel” anlamına gelmektedir. Bu bağlamda romanın adının “Güzel Yeni Dünya” diye tercüme edilmesi gerekir. Ayrıca romanın adı Shakespeare’in Fırtına oyunundaki V. perdenin I. sahnesindeki Miranda’nın konuşmasından alınmıştır. İlginç olan Shakespeare’in Fırtına oyununun kahramanı Prospero, Napoli Kralı ve Prospero’nun hain kardeşi Antonio da dâhil olmak üzere bir gemi kazasından kurtulanlara işkence etmek için büyü yapar. Prospero görüleceği gibi bir kâhindir. Ayrıca Shakespeare’in bu oyunundan ilhamla 1956’da bilim kurgu klasik filmi Yasak Gezegen çekilmiştir. Bilim kurgu, ütopik ve distopik romanlar Batılı yazarların vazgeçemediği şeylerdir.
4. Dikkat edilirse bilgisayar 1945 yılında icat edilmiş, George Orwell 1984’ü 1947-48 yılları arasında yazmıştır. Bu demektir ki Orwell bilgisayardan haberdardır. Zira bu romanın arkasında CIA’in parmağı vardır. (Frances Stonor Saunders, Parayı Verdi Düdüğü Çaldı, Doğan Yay., İstanbul: 2004.)