Sinirleri gergin, hasta, hâlsiz adam gecenin üçünde uşağını çağırır. Ondan kolsuz paltosunu ve deri çantasını getirmesini ister. Soğuktan öne doğru eğilmiş, zayıf omuzlarına attığı paltoyla evdekileri uyandırmamaya dikkat ederek yan odalardan birine girer. Önceki gece, karanlığın içinden işittiği ölümün sesi ve bir türlü kurtulamadığı şeytanın nefesi elindeki titrek mumdan tavana aksediyor gibidir. Çantasından sicimle bağlı bir tomar kâğıt çıkarır. Uşağa odadaki sobanın kapağını usulca açmasını söyler. Ve bu şaşkın adamın tüm itirazlarına rağmen kâğıtları sobaya atıp mumla tutuşturur. Sıkışık kâğıtların aralarına ateşin değmediğini görünce onları tekrar yakar. Çoğalarak tavana yükselen alevleri bir günahtan kurtulmuş gibi izleyen bu adam Rusya’nın meşhur Gogol’ü; eğilip bükülen, kıvrılarak yanan satırlar da Ölü Canlar’ın ikinci cildiyle üçüncü cildinin bir parçasıdır.
Kimi zaman okuduğumuz bir roman, anlatıcısıyla karakterleriyle mekânlarıyla çeşit çeşit kapılar açar zihnimizde. Kitap bitmiş olsa bile olay örgüsünde ertelenen ya da askıya alınan hikâyeler hayal dünyamızda canlılığını korur. Mesela Yeraltından Notlar’daki anlatıcı kulağımızda ahkâm kesmeye, Sabahattin Ali’nin Ömer’i Balık Pazarı’nın dar sokaklarında yürümeye devam eder. Ahmet Hamdi, Huzur’da “Hiçbir yara kurcalamakla iyileşmez.” der ama Huzur’un son satırlarında yara bere içindeki Mümtaz, Suat’la biraz daha konuşsun isteriz. Turgut, Anadolu’nun kasabalarından birine tutunabilmiş midir, diye düşünürüz ya da Aylak Adam’ın C.’si B.’yi bulabilmiş midir?
Kimi zaman da okuduklarımızın nasıl katmanlardan geçerek önümüze geldiği, yani romanın kendi hikâyesi, karakterlerinin hikâyesinden daha enteresandır. İşte Ölü Canlar onlardan biri. Gogol’ü romanını ateşe vermeye kadar götüren serüven en az Çiçikov’un serüveni kadar ilgi çekici.
Nikolay Gogol, hem görünüşü hem de mizacı itibarıyla biraz gariptir. Duygularını açmayan, içine kapanık, raşitik tavırlarından dolayı arkadaşları ona çocukken “esrarlı cüce” adını takarlar. Büyüdüğünde de bu esrarlı hâlini devam ettirir. İkircikli davranışları yüzünden tiksinti, tecessüs, sempati gibi birbirine zıt pek çok duyguyu aynı anda uyandırır. Yalan ile gerçek arasına bir sınır çekemez. Annesine yazdığı mektuplarda ve arkadaş toplantılarında hissetmediklerini hissetmişçesine, görmediklerini görmüşçesine anlatmaktan rahatsız olmaz. O, âdeta eksik parçaları olan bir puzzle gibidir. Konuşmayan kavgacı biri mi, şen şakrak tatlı dilli mi? Anlamak zordur. Kendini en iyi ifade ettiği ruh hâli “alay etme”dir. Bunu öyle ustalıkla yapar ki her insan onun kitaplarında kendine ait aşağılayıcı birkaç satırı kolayca bulabilir. Bu özelliğinin en büyük nedeni elbette o meşhur dış görünüşüdür. Turgenyev bile yıllar sonra onu upuzun, sipsivri kuş gagasını andıran burnuyla anar. Sıska ve çirkin göründüğünün farkında olan Gogol, bunun acısını “alay”la, “komik duruma düşürme”yle çıkarır. Karanlıkta gülen bir çocuk gibi kahramanlarıyla eğlenir.
“Müfettiş”te bütün kasabayı dolandıran Hlestakov, troykasına biner, gülerek şıngır mıngır gözden kaybolur. “Burun”da kendini beğenmiş 8. dereceden memur Kovalev, bir sabah koca burnunu yerinde göremez, onu bulabilmek için gazeteye ilan vermeye kalkar. “Bir Delinin Anı Defteri”nde Poprişçin’in beyni kafasında değildir, rüzgârla Hazar Denizi taraflarından gelmesi beklenmektedir. Örnekler uzar gider. Ancak Gogol’ün alaya aldığı en büyük şey Rusya’dır. Fakat bu güldüren değil düşündüren bir alaydır. Onun yazdıklarına gülmeye alışkın Puşkin bile fikir babası olduğu Ölü Canlar’ın ilk bölümünü dinledikten sonra “Tanrım, Rusyamızın durumu ne hazin.” demiştir.
Ölü Canlar’da gizemli bir yabancı uzaklardaki bir şehirden aniden çıkagelir. Dış görünüşü emniyet verici, konuşmaları herkesinki gibidir. Kimsede kuşku uyandırmaz. Cümlelerini karşısındaki kişinin gururunu okşayacak şekilde seçişi, nazik tavırları sempati uyandırır. “İçimizden biri” imajını başarıyla oynayan bu adam yani Çiçikov, aslında dolandırıcının tekidir ve kimsenin aklına gelmeyecek bir hilenin peşindedir. Yörenin toprak sahiplerini teker teker gezerek onlardan “ölü can”larını yani kayıtlardan silinmemiş ölen kölelerini satın almak ister. Hepsiyle mizaçlarına göre pazarlıklar yapar. Amacı satın aldığı canlarla hayalî bir köy kurup bunun karşılığında devletten emlak kredisi koparmak ve refah içinde yaşamaktır. Çiçikov’un gezdiği soylulardan hiç kimse bu fikri bir hakaret saymaz ya da yadırgamaz. Hatta onlar da kurnazlaşarak kendilerince çıkar sağlamaya çalışır. Çiçikov, hiçlik üzerine kuracağı bu servetten dolayı vicdan azabına kapılmaz, zaten “Yaptığında ne kötülük vardır ki!”