Güzide Ertürk: “edebiyat En Keskin Sınırları Aşmamıza İzin Vermiyorsa Ne İşe Yarar?”

Güzide Ertürk’ün yolculuğu kalemle nasıl kesişti? Sizi yazarlığa götüren kırılma anını ya da kavşağı hatırlıyor musunuz?

Önemli bir kavşak olduğu için hatırlıyorum. Üniversitenin kantinindeydik, bir grup öğrenci edebiyat dergisi çıkaracaklarını, ilk toplantıya istersek katılabileceğimiz duyurusunu yaptı. Ben o sıralar edebiyata küskün bir psikoloji öğrencisiydim. Aslında edebiyat okumak istemiştim ama üniversite sınavına girmediğim için o hakkımı kaybetmiştim. Psikoloji bölümünü de sevmiştim. Toplantıya katılmayı düşünmedim ama iki arkadaşım çok ısrar etti, “Hadi gidip bir bakalım, ne olacak ki?” dediler. Ben gönülsüz de olsam dayanamayarak katıldım. O toplantıdan sonra her şey değişti. Birkaç senedir uzak kaldığım edebiyatın kokusunu yeniden almak beni canlandırmıştı. Dergiyi çıkarırken Üsküdar, Kadıköy, Süleymaniye hattını dolaşıyorduk. Edebiyatın tam ortasına düşmüştüm, mezuniyetim birkaç sene gecikti. Haydarpaşa Numune Hastanesi’nin psikiyatri servisinde yaptığım stajdan sonra kesin bir karar verip “Ben yazar olmak istiyorum.” dedim.

Yazmak kimileri için iyileşme kimileri için kaçış kimileri içinse kendini keşfetme uğraşı. Yazma eyleminin sizdeki karşılığı nedir?

Aslında yazmak çok içgüdüsel bir ihtiyaç. Sait Faik’in “Haritada Bir Nokta” öyküsünde bahsettiği gibi ben de yazmadan duramıyorum. Öyle zamanlar oldu ki yazmamak için bir yığın sebebim vardı, ben yine de kendimi şaşırtarak yazdım. Zamanla bunun keşif olduğunu düşünmeye başladım. Keşfettiğim her neyse onu aynı zamanda tanımalıydım. Aksi takdirde zihnim sürekli bir arayış peşinde oluyordu. Fakat bu keşif sadece kendimizle ilgili değil insanları, dünyayı keşfetme arzusu. Hem de iliğine, kemiğine kadar. Bizi ne yaralıyor, hâlâ nefes alabiliyor muyuz? Bu soruların da peşine düşüyorum.

Annelikle yazarlık arasında nasıl bir ilişki var sizce? Birbirini tüketen, öğüten bir ilişki mi? Yoksa birbirini besleyen, çoğaltan, derinleştiren bir alışveriş mi?

Anne olduğum zaman şöyle söz verdim kendime: “Artık ilk sırada annelik var, bunu asla unutma.” Yazarlıkla anneliğin birbiriyle alışveriş yapmasına izin vermeyecek kesin çizgiler koydum ikisinin arasına. Ama zamanla bu çizgiler eridi. Anne kimliği tabii bütün tevazusuyla yazarlığı da besleyip çoğaltıyor. Yolda yürüyen herhangi bir insana bile artık eskisi gibi bakamazken bu duygu kaleme de bulaşıyordur eminim. Annelik, insana ayrı bir güç veriyor. Başkalarını yaşatabilmek için yaşaman gerektiğini fark ediyorsun.

Bir öykünün bittiğini nasıl anlarsınız? Bittiği, basıldığı hâlde sizinle konuşmaya, yol yürümeye devam eden öyküleriniz, romanlarınız var mı?

Yazarken çok eleştirel davranıyorum, hikâyenin güzel olduğuna ikna olmam vaktimi alıyor. Yine de şüpheyle yaklaşıyorum ona ve sürekli sorgudan geçiriyorum. Eleştirel ve şüpheci tarafım susmuşsa ve içimden “Bu iş tamam!” sesi yükseliyorsa hikâye bitmiş demektir. Öykülerle roman arasındaki farkı söylersem; Kül Ormanı’ndaki karakterlerden ve hikâyeden kopmak istemedim. İçimdeki ses, “Henüz bitmedi.” diyor, kahramanlar yeni bir olay örgüsü bekliyordu ve açıkçası zihnimde oluşan bu yeni dünyada yaşamak, oradaki kahramanların izini sürmek çok güzeldi. Dört sene kesintisiz süren bir yolculuktu. Mekân üzerinde de yoğunlaşıp her taşını ince ince ördüm. Bilmiyorum bir daha oraya uğrar mıyım?

Öbür Dünya Öyküleri’nde Müslüman bakış açısıyla bir İlahi Komedya kaleme aldınız. Cennet, cehennem, araf tasvirleriniz İslami referanslara sahip. Bu kitap Dante’ye tekzip miydi, selam mıydı, seyahati asli topraklarına geri çağırmak mıydı? Bu fikir nasıl gelişti, neydi asıl amacınız?

Dante gerek hayatıyla gerekse eserleriyle beni etkileyen bir şair. İlahi Komedya’daki ustalığını, sanatsal dilini, müthiş hicvini göz ardı edemeyiz ama her ne olursa olsun içinde hakikat yok. Cennet, cehennem ve “araf”a hakikatin gözlükleriyle bakmaya çalıştım ve kurgunun gerçekle birleşmesinden nasıl bir metin ortaya çıkar bunu merak ettim. Hristiyanlıkta ve Yahudilikte öteki dünya inancı çok cılız kavramlarla dolu, hatta içi boş diyebiliriz. Oysa İslam çok derinden yaklaşıyor bu konuya. Evet, seyahati asli topraklarına geri çağırmak diyebiliriz buna.

Loretta’da yer alan “Keşkeler Şeytanı” öykünüzde iblis insana pişmanlıkları, keşkeleri üzerinden yaklaşıyor. Keşkeler sakıncalı mıdır gerçekten?

Keşkeler insanı bir ateş topu gibi yakabilir. Şimdiyi ve yarını görmemizi engelleyen küçük şeytanlar! Faust gibi ruhumuzu şeytana satmasak da o bizi farklı kılıklarda takip etmeye devam eder. Hiç pes etmez. Keşkeler de bu kılıklardan biri.

Modern Türk öyküsü, katı pozitivist rüzgârların gölgesinde teşekkül etti. Bu da edebiyatımızı, doğal zenginliklerinden, fantastik ve gerçeküstü anlatılardan uzaklaştırdı maalesef. Sizin öyküleriniz tam da burada sessiz sedasız bir itiraz barındırıyor. Bu konu hakkında neler söylemek istersiniz?