Güzide Ertürk’ün yolculuğu kalemle nasıl kesişti? Sizi yazarlığa götüren kırılma anını ya da kavşağı hatırlıyor musunuz?
Önemli bir kavşak olduğu için hatırlıyorum. Üniversitenin kantinindeydik, bir grup öğrenci edebiyat dergisi çıkaracaklarını, ilk toplantıya istersek katılabileceğimiz duyurusunu yaptı. Ben o sıralar edebiyata küskün bir psikoloji öğrencisiydim. Aslında edebiyat okumak istemiştim ama üniversite sınavına girmediğim için o hakkımı kaybetmiştim. Psikoloji bölümünü de sevmiştim. Toplantıya katılmayı düşünmedim ama iki arkadaşım çok ısrar etti, “Hadi gidip bir bakalım, ne olacak ki?” dediler. Ben gönülsüz de olsam dayanamayarak katıldım. O toplantıdan sonra her şey değişti. Birkaç senedir uzak kaldığım edebiyatın kokusunu yeniden almak beni canlandırmıştı. Dergiyi çıkarırken Üsküdar, Kadıköy, Süleymaniye hattını dolaşıyorduk. Edebiyatın tam ortasına düşmüştüm, mezuniyetim birkaç sene gecikti. Haydarpaşa Numune Hastanesi’nin psikiyatri servisinde yaptığım stajdan sonra kesin bir karar verip “Ben yazar olmak istiyorum.” dedim.
Yazmak kimileri için iyileşme kimileri için kaçış kimileri içinse kendini keşfetme uğraşı. Yazma eyleminin sizdeki karşılığı nedir?
Aslında yazmak çok içgüdüsel bir ihtiyaç. Sait Faik’in “Haritada Bir Nokta” öyküsünde bahsettiği gibi ben de yazmadan duramıyorum. Öyle zamanlar oldu ki yazmamak için bir yığın sebebim vardı, ben yine de kendimi şaşırtarak yazdım. Zamanla bunun keşif olduğunu düşünmeye başladım. Keşfettiğim her neyse onu aynı zamanda tanımalıydım. Aksi takdirde zihnim sürekli bir arayış peşinde oluyordu. Fakat bu keşif sadece kendimizle ilgili değil insanları, dünyayı keşfetme arzusu. Hem de iliğine, kemiğine kadar. Bizi ne yaralıyor, hâlâ nefes alabiliyor muyuz? Bu soruların da peşine düşüyorum.
Annelikle yazarlık arasında nasıl bir ilişki var sizce? Birbirini tüketen, öğüten bir ilişki mi? Yoksa birbirini besleyen, çoğaltan, derinleştiren bir alışveriş mi?
Anne olduğum zaman şöyle söz verdim kendime: “Artık ilk sırada annelik var, bunu asla unutma.” Yazarlıkla anneliğin birbiriyle alışveriş yapmasına izin vermeyecek kesin çizgiler koydum ikisinin arasına. Ama zamanla bu çizgiler eridi. Anne kimliği tabii bütün tevazusuyla yazarlığı da besleyip çoğaltıyor. Yolda yürüyen herhangi bir insana bile artık eskisi gibi bakamazken bu duygu kaleme de bulaşıyordur eminim. Annelik, insana ayrı bir güç veriyor. Başkalarını yaşatabilmek için yaşaman gerektiğini fark ediyorsun.
Bir öykünün bittiğini nasıl anlarsınız? Bittiği, basıldığı hâlde sizinle konuşmaya, yol yürümeye devam eden öyküleriniz, romanlarınız var mı?
Yazarken çok eleştirel davranıyorum, hikâyenin güzel olduğuna ikna olmam vaktimi alıyor. Yine de şüpheyle yaklaşıyorum ona ve sürekli sorgudan geçiriyorum. Eleştirel ve şüpheci tarafım susmuşsa ve içimden “Bu iş tamam!” sesi yükseliyorsa hikâye bitmiş demektir. Öykülerle roman arasındaki farkı söylersem; Kül Ormanı’ndaki karakterlerden ve hikâyeden kopmak istemedim. İçimdeki ses, “Henüz bitmedi.” diyor, kahramanlar yeni bir olay örgüsü bekliyordu ve açıkçası zihnimde oluşan bu yeni dünyada yaşamak, oradaki kahramanların izini sürmek çok güzeldi. Dört sene kesintisiz süren bir yolculuktu. Mekân üzerinde de yoğunlaşıp her taşını ince ince ördüm. Bilmiyorum bir daha oraya uğrar mıyım?
Öbür Dünya Öyküleri’nde Müslüman bakış açısıyla bir İlahi Komedya kaleme aldınız. Cennet, cehennem, araf tasvirleriniz İslami referanslara sahip. Bu kitap Dante’ye tekzip miydi, selam mıydı, seyahati asli topraklarına geri çağırmak mıydı? Bu fikir nasıl gelişti, neydi asıl amacınız?
Dante gerek hayatıyla gerekse eserleriyle beni etkileyen bir şair. İlahi Komedya’daki ustalığını, sanatsal dilini, müthiş hicvini göz ardı edemeyiz ama her ne olursa olsun içinde hakikat yok. Cennet, cehennem ve “araf”a hakikatin gözlükleriyle bakmaya çalıştım ve kurgunun gerçekle birleşmesinden nasıl bir metin ortaya çıkar bunu merak ettim. Hristiyanlıkta ve Yahudilikte öteki dünya inancı çok cılız kavramlarla dolu, hatta içi boş diyebiliriz. Oysa İslam çok derinden yaklaşıyor bu konuya. Evet, seyahati asli topraklarına geri çağırmak diyebiliriz buna.
Loretta’da yer alan “Keşkeler Şeytanı” öykünüzde iblis insana pişmanlıkları, keşkeleri üzerinden yaklaşıyor. Keşkeler sakıncalı mıdır gerçekten?
Keşkeler insanı bir ateş topu gibi yakabilir. Şimdiyi ve yarını görmemizi engelleyen küçük şeytanlar! Faust gibi ruhumuzu şeytana satmasak da o bizi farklı kılıklarda takip etmeye devam eder. Hiç pes etmez. Keşkeler de bu kılıklardan biri.
Modern Türk öyküsü, katı pozitivist rüzgârların gölgesinde teşekkül etti. Bu da edebiyatımızı, doğal zenginliklerinden, fantastik ve gerçeküstü anlatılardan uzaklaştırdı maalesef. Sizin öyküleriniz tam da burada sessiz sedasız bir itiraz barındırıyor. Bu konu hakkında neler söylemek istersiniz?
Edebiyat katı olanı eritmiyorsa, ölü olanı diriltmiyorsa, en keskin sınırları aşmamıza izin vermiyorsa ne işe yarar? Mevzu ötekini, hayatı anlamaksa iki kere ikinin her zaman dört etmediğini bilmemiz gerekir. Ama bence burada biçim kadar kalite de önemli. Doğal zenginliklerimizi yozlaştırma ve sürekli aynı şeyleri tekrar ederek tüketme hatasına da düşebiliriz. Ayrıca yanlış anlaşılmasın, gerçeklikle ilgili sorunum yok. Gerçeklik, zehir kadar güçlüdür. Fantastik edebiyat bu zehri kullanmayı bilmeli. Onu yabana atmamak lazım. Bazen hayatı tüm katılığıyla, bir kaya gibi hissetmemiz gerekir. Bazen hayatı tüm absürtlüğü ve çıplaklığıyla görüp güleriz de. Türk öyküsünün bu sağlam zemine ihtiyacı var. Gerçek olanı yorumlama yeteneğimizi kaybedersek kaybolma ihtimalimiz yüksek. O zaman bir kısır döngünün içine düşeriz. Öykü yazmanın en güzel yanlarından biri, sizi tek bir türe mahkûm etmemesi. Kısa zamanda, hızlı geçişler yapma imkânı sunuyor.
“Bir Öykü Karakterinin Firarı” öykünüzden hareketle sormak istiyorum: Kahramanlarınızla aranız nasıldır? Söz dinlemedikleri, başına buyruk hareket ettikleri vaki midir?
Onların peşine takılmayı severim. “Bir Öykü Karakterinin Firarı”nda ve onu takip eden diğer iki öyküde “Diego ve Prenses” ve “Eflatun’un Sonu”nda kalemi karakterlerin eline verdim. Zaman zaman bunu yapmak gerekir ama kontrolü elden bırakmadan. Loretta’yı yazmadan önce tamamen farklı bir çalışma içindeydim. Ama Loretta yere öyle bir düştü ki mecburen kafamı çevirip ona bakmak zorunda kaldım. Son romanım Kül Ormanı’nda Elmados Elmuhattel beni çok uğraştırdı. Tanıdığım en zor ve baskın karakterdir kendisi. Ona şimdi burada durmalısın demem, biraz pazarlık yapmam gerekti. Hoş, bu pazarlıktan kim kârlı çıktı acaba?
Yurt dışında Türkçe yazan, Türk edebiyatına dâhil olan birisiniz. Gurbette olma duygusu, Türkiye’yi dışarıdan seyretmek deneyimi size avantaj mı dezavantaj mı sağlıyor?
Yaklaşık on beş yıllık bir deneyimden bahsediyoruz. İlk yıllar çok farklıydı. Sokak kapısını açıyorsunuz ve dışarda sizin dilinizi konuşan hiç kimse yok. Bu çok ağır bir duygu. Ama zamanla bunu bir zenginlik olarak görmeye başladım. Birincisi, Türk edebiyatından asla vazgeçmeyerek ikincisi, yaşadığım kültürün dilinde de yazmaya karar vererek. Kül Ormanı’nı bu etki altında yazdım ve benim için inanılmaz derecede ilginç bir deneyim oldu. Türkiye’de roman olarak yayımlanırken, Amerika’da tezim oldu.
Kaplumbağa Gölgesi’nde Türkiye’ye sadece Midilli Adası’ndan bakabilmiştim. Uzak, ulaşılmaz ve puslu görünüyordu. Kül Ormanı’nda istediğim mesafeyi yakaladım. Biraz önce konuştuğumuz fantastik edebiyatla gerçekliğin harmanlanması diyebiliriz buna. Büyük resmi görebilmek, mekâna geri dönüp ayrıntılarda değişiklik yapma olanağı da sağlıyor.
Mitlere, masallara, klasik metinlere atıflarda bulunuyorsunuz. Hem onlarla kurduğunuz ünsiyetin mahiyetini hem de genel olarak beslenme kaynaklarınızı merak ediyoruz.
Edebiyatla ilgileniyorsanız gayriihtiyari yolunuz mitlerle ve masallarla kesişiyor fakat benim özel bir ilgim olduğu doğru. Mantıku’t Tayr’ın, Hüsnü Aşk’ın, Amak-ı Hayal’in, Binbir Gece Masalları’nın topraklarında büyüdüğüm için olsa gerek. Birkaç sene önce Portland’da dünya mitolojileri ve halk edebiyatı dersi aldım. Çok sevilen, yoğun ilginin olduğu bir derstir. Mitolojik metinlere Batı’nın gözüyle bakmak beni biraz sarstı. Batı ve Doğu arasındaki uçurumu ilk defa orada bu kadar şiddetli bir şekilde gördüm. Klasik edebiyatsa her zaman baş tacı olmuştur. Dönüp dönüp okuduğumuz ve bir türlü eskitemediğimiz metinler. Ahmet Hamdi Tanpınar bunların başında gelir.
Kaplumbağa Gölgesi’nde özellikle evsizlere, günümüzün önemli bir problemi olan mültecilere odaklanıyorsunuz? Onlara dair dikkatinizi tetikleyen neydi?
Teksas’tan Portland’a yeni taşınmıştım. İkizler henüz iki yaşında. Biraz hava almak için şehrin kitapçısına gittim. Raflardan bir kitap seçip kitapçının kafesinde okumaya başladım. Sonra bir baktım, etrafım kitap okuyan, uyuklayan, telefonunu şarj etmek isteyen evsizlerle dolu. Kitapçıdan çıktım, sokakta her adım başı bir çadır var, evsiz kampları var. O zamanlar İbrahim Mübarek’in başında olduğu bir evsiz kampı vardı. İbrahim Mübarek, sonradan Müslüman olmuş bir siyahiydi. Onun hikâyesi beni iyice çarptı. Mülteci sorunu da yeni patlak vermişti. Böylece evsizlik, mültecilik ve benim bir kente yabancı oluşum doğrultusunda Kaplumbağa Gölgesi doğdu.
Ve Filistin. Orada, gözlerimizin önünde bir soykırım gerçekleştiriliyor. Bir avuç vicdanlı insan dışında dünya susuyor, olup bitenleri görmezden geliyor. Batı’da yaşayan biri olarak Batılı aydınların, entelektüellerin konuya ilişkin tavırları hakkında neler söylersiniz?
İlk defa devlet ve halklar arasında büyük bir ayrım olduğunu bu kadar net gördüm. Bir avuç da olsak susmamak güzel bir şey. İlk defa susmaktan bu kadar rahatsız olduğumu hatırlıyorum. Bir kum tanesi kadar küçük olsam da hareket etmem gerektiğini anladım. Tin House, Portland’daki önemli yayınevlerinden biridir. Oradaki bir dinletiye Refaat Alareer’in “Ölmeliysem, Bir Mesel Olsun Bu Ölüm” şiiriyle başladı ve o gün öldürüldüğü haberi verildi. Refaat Alareer’in şiiri ve ölümü bir meseleye yol açtı. Bu mesele küçük müydü, büyüdü mü tartışılır ama mesele olması, unutulup gitmemesi dikkate değerdi. Üniversite hocaları üzerlerindeki baskıdan şikâyet ediyordu. Bir edebiyat hocamız, Mahmud Derviş’in şiirini tahlil edersek bize ekstra puan vereceğini söyledi, bir diğeri ödevleri askıya alıp “Ders için değil dünya için endişelenin.” dedi. Protestocular, üniversitenin kütüphanesinin adını “Refaat Alareer’i Anma Kütüphanesi” olarak değiştirdiler, ta ki polis her şeyi silip süpürene kadar. Önemli bir kırılma ve dönüm noktasından geçiyoruz, umarım sonuçları iyi yönde olur.
Genç yazar adaylarına hangi tavsiyelerde bulunurdunuz, sorusunu size şöyle sormak istiyorum: Yolun başına dönecek olsaydınız, henüz yirmili yaşlara adım atmamış Güzide Ertürk’e neler söylerdiniz, ona hangi nasihatlerde bulunurdunuz?
Bu kadar çok kafana takma derdim öncelikle. Zor bir yol seçtin ve bu yolda ilerlemek istiyorsan arada bir rahatlaman gerektiğini de unutma. Arada bir durmadan konuşan geveze insanların sesini kıs, şu satırın altını mutlaka çiz derdim. Kuş ölür, sen uçuşu hatırla ve yaz derdim.
Güzide Ertürk’ün yolculuğu kalemle nasıl kesişti? Sizi yazarlığa götüren kırılma anını ya da kavşağı hatırlıyor musunuz?
Önemli bir kavşak olduğu için hatırlıyorum. Üniversitenin kantinindeydik, bir grup öğrenci edebiyat dergisi çıkaracaklarını, ilk toplantıya istersek katılabileceğimiz duyurusunu yaptı. Ben o sıralar edebiyata küskün bir psikoloji öğrencisiydim. Aslında edebiyat okumak istemiştim ama üniversite sınavına girmediğim için o hakkımı kaybetmiştim. Psikoloji bölümünü de sevmiştim. Toplantıya katılmayı düşünmedim ama iki arkadaşım çok ısrar etti, “Hadi gidip bir bakalım, ne olacak ki?” dediler. Ben gönülsüz de olsam dayanamayarak katıldım. O toplantıdan sonra her şey değişti. Birkaç senedir uzak kaldığım edebiyatın kokusunu yeniden almak beni canlandırmıştı. Dergiyi çıkarırken Üsküdar, Kadıköy, Süleymaniye hattını dolaşıyorduk. Edebiyatın tam ortasına düşmüştüm, mezuniyetim birkaç sene gecikti. Haydarpaşa Numune Hastanesi’nin psikiyatri servisinde yaptığım stajdan sonra kesin bir karar verip “Ben yazar olmak istiyorum.” dedim.
Yazmak kimileri için iyileşme kimileri için kaçış kimileri içinse kendini keşfetme uğraşı. Yazma eyleminin sizdeki karşılığı nedir?
Aslında yazmak çok içgüdüsel bir ihtiyaç. Sait Faik’in “Haritada Bir Nokta” öyküsünde bahsettiği gibi ben de yazmadan duramıyorum. Öyle zamanlar oldu ki yazmamak için bir yığın sebebim vardı, ben yine de kendimi şaşırtarak yazdım. Zamanla bunun keşif olduğunu düşünmeye başladım. Keşfettiğim her neyse onu aynı zamanda tanımalıydım. Aksi takdirde zihnim sürekli bir arayış peşinde oluyordu. Fakat bu keşif sadece kendimizle ilgili değil insanları, dünyayı keşfetme arzusu. Hem de iliğine, kemiğine kadar. Bizi ne yaralıyor, hâlâ nefes alabiliyor muyuz? Bu soruların da peşine düşüyorum.
Annelikle yazarlık arasında nasıl bir ilişki var sizce? Birbirini tüketen, öğüten bir ilişki mi? Yoksa birbirini besleyen, çoğaltan, derinleştiren bir alışveriş mi?
Anne olduğum zaman şöyle söz verdim kendime: “Artık ilk sırada annelik var, bunu asla unutma.” Yazarlıkla anneliğin birbiriyle alışveriş yapmasına izin vermeyecek kesin çizgiler koydum ikisinin arasına. Ama zamanla bu çizgiler eridi. Anne kimliği tabii bütün tevazusuyla yazarlığı da besleyip çoğaltıyor. Yolda yürüyen herhangi bir insana bile artık eskisi gibi bakamazken bu duygu kaleme de bulaşıyordur eminim. Annelik, insana ayrı bir güç veriyor. Başkalarını yaşatabilmek için yaşaman gerektiğini fark ediyorsun.
Bir öykünün bittiğini nasıl anlarsınız? Bittiği, basıldığı hâlde sizinle konuşmaya, yol yürümeye devam eden öyküleriniz, romanlarınız var mı?
Yazarken çok eleştirel davranıyorum, hikâyenin güzel olduğuna ikna olmam vaktimi alıyor. Yine de şüpheyle yaklaşıyorum ona ve sürekli sorgudan geçiriyorum. Eleştirel ve şüpheci tarafım susmuşsa ve içimden “Bu iş tamam!” sesi yükseliyorsa hikâye bitmiş demektir. Öykülerle roman arasındaki farkı söylersem; Kül Ormanı’ndaki karakterlerden ve hikâyeden kopmak istemedim. İçimdeki ses, “Henüz bitmedi.” diyor, kahramanlar yeni bir olay örgüsü bekliyordu ve açıkçası zihnimde oluşan bu yeni dünyada yaşamak, oradaki kahramanların izini sürmek çok güzeldi. Dört sene kesintisiz süren bir yolculuktu. Mekân üzerinde de yoğunlaşıp her taşını ince ince ördüm. Bilmiyorum bir daha oraya uğrar mıyım?
Öbür Dünya Öyküleri’nde Müslüman bakış açısıyla bir İlahi Komedya kaleme aldınız. Cennet, cehennem, araf tasvirleriniz İslami referanslara sahip. Bu kitap Dante’ye tekzip miydi, selam mıydı, seyahati asli topraklarına geri çağırmak mıydı? Bu fikir nasıl gelişti, neydi asıl amacınız?
Dante gerek hayatıyla gerekse eserleriyle beni etkileyen bir şair. İlahi Komedya’daki ustalığını, sanatsal dilini, müthiş hicvini göz ardı edemeyiz ama her ne olursa olsun içinde hakikat yok. Cennet, cehennem ve “araf”a hakikatin gözlükleriyle bakmaya çalıştım ve kurgunun gerçekle birleşmesinden nasıl bir metin ortaya çıkar bunu merak ettim. Hristiyanlıkta ve Yahudilikte öteki dünya inancı çok cılız kavramlarla dolu, hatta içi boş diyebiliriz. Oysa İslam çok derinden yaklaşıyor bu konuya. Evet, seyahati asli topraklarına geri çağırmak diyebiliriz buna.
Loretta’da yer alan “Keşkeler Şeytanı” öykünüzde iblis insana pişmanlıkları, keşkeleri üzerinden yaklaşıyor. Keşkeler sakıncalı mıdır gerçekten?
Keşkeler insanı bir ateş topu gibi yakabilir. Şimdiyi ve yarını görmemizi engelleyen küçük şeytanlar! Faust gibi ruhumuzu şeytana satmasak da o bizi farklı kılıklarda takip etmeye devam eder. Hiç pes etmez. Keşkeler de bu kılıklardan biri.
Modern Türk öyküsü, katı pozitivist rüzgârların gölgesinde teşekkül etti. Bu da edebiyatımızı, doğal zenginliklerinden, fantastik ve gerçeküstü anlatılardan uzaklaştırdı maalesef. Sizin öyküleriniz tam da burada sessiz sedasız bir itiraz barındırıyor. Bu konu hakkında neler söylemek istersiniz?
Edebiyat katı olanı eritmiyorsa, ölü olanı diriltmiyorsa, en keskin sınırları aşmamıza izin vermiyorsa ne işe yarar? Mevzu ötekini, hayatı anlamaksa iki kere ikinin her zaman dört etmediğini bilmemiz gerekir. Ama bence burada biçim kadar kalite de önemli. Doğal zenginliklerimizi yozlaştırma ve sürekli aynı şeyleri tekrar ederek tüketme hatasına da düşebiliriz. Ayrıca yanlış anlaşılmasın, gerçeklikle ilgili sorunum yok. Gerçeklik, zehir kadar güçlüdür. Fantastik edebiyat bu zehri kullanmayı bilmeli. Onu yabana atmamak lazım. Bazen hayatı tüm katılığıyla, bir kaya gibi hissetmemiz gerekir. Bazen hayatı tüm absürtlüğü ve çıplaklığıyla görüp güleriz de. Türk öyküsünün bu sağlam zemine ihtiyacı var. Gerçek olanı yorumlama yeteneğimizi kaybedersek kaybolma ihtimalimiz yüksek. O zaman bir kısır döngünün içine düşeriz. Öykü yazmanın en güzel yanlarından biri, sizi tek bir türe mahkûm etmemesi. Kısa zamanda, hızlı geçişler yapma imkânı sunuyor.
“Bir Öykü Karakterinin Firarı” öykünüzden hareketle sormak istiyorum: Kahramanlarınızla aranız nasıldır? Söz dinlemedikleri, başına buyruk hareket ettikleri vaki midir?
Onların peşine takılmayı severim. “Bir Öykü Karakterinin Firarı”nda ve onu takip eden diğer iki öyküde “Diego ve Prenses” ve “Eflatun’un Sonu”nda kalemi karakterlerin eline verdim. Zaman zaman bunu yapmak gerekir ama kontrolü elden bırakmadan. Loretta’yı yazmadan önce tamamen farklı bir çalışma içindeydim. Ama Loretta yere öyle bir düştü ki mecburen kafamı çevirip ona bakmak zorunda kaldım. Son romanım Kül Ormanı’nda Elmados Elmuhattel beni çok uğraştırdı. Tanıdığım en zor ve baskın karakterdir kendisi. Ona şimdi burada durmalısın demem, biraz pazarlık yapmam gerekti. Hoş, bu pazarlıktan kim kârlı çıktı acaba?
Yurt dışında Türkçe yazan, Türk edebiyatına dâhil olan birisiniz. Gurbette olma duygusu, Türkiye’yi dışarıdan seyretmek deneyimi size avantaj mı dezavantaj mı sağlıyor?
Yaklaşık on beş yıllık bir deneyimden bahsediyoruz. İlk yıllar çok farklıydı. Sokak kapısını açıyorsunuz ve dışarda sizin dilinizi konuşan hiç kimse yok. Bu çok ağır bir duygu. Ama zamanla bunu bir zenginlik olarak görmeye başladım. Birincisi, Türk edebiyatından asla vazgeçmeyerek ikincisi, yaşadığım kültürün dilinde de yazmaya karar vererek. Kül Ormanı’nı bu etki altında yazdım ve benim için inanılmaz derecede ilginç bir deneyim oldu. Türkiye’de roman olarak yayımlanırken, Amerika’da tezim oldu.
Kaplumbağa Gölgesi’nde Türkiye’ye sadece Midilli Adası’ndan bakabilmiştim. Uzak, ulaşılmaz ve puslu görünüyordu. Kül Ormanı’nda istediğim mesafeyi yakaladım. Biraz önce konuştuğumuz fantastik edebiyatla gerçekliğin harmanlanması diyebiliriz buna. Büyük resmi görebilmek, mekâna geri dönüp ayrıntılarda değişiklik yapma olanağı da sağlıyor.
Mitlere, masallara, klasik metinlere atıflarda bulunuyorsunuz. Hem onlarla kurduğunuz ünsiyetin mahiyetini hem de genel olarak beslenme kaynaklarınızı merak ediyoruz.
Edebiyatla ilgileniyorsanız gayriihtiyari yolunuz mitlerle ve masallarla kesişiyor fakat benim özel bir ilgim olduğu doğru. Mantıku’t Tayr’ın, Hüsnü Aşk’ın, Amak-ı Hayal’in, Binbir Gece Masalları’nın topraklarında büyüdüğüm için olsa gerek. Birkaç sene önce Portland’da dünya mitolojileri ve halk edebiyatı dersi aldım. Çok sevilen, yoğun ilginin olduğu bir derstir. Mitolojik metinlere Batı’nın gözüyle bakmak beni biraz sarstı. Batı ve Doğu arasındaki uçurumu ilk defa orada bu kadar şiddetli bir şekilde gördüm. Klasik edebiyatsa her zaman baş tacı olmuştur. Dönüp dönüp okuduğumuz ve bir türlü eskitemediğimiz metinler. Ahmet Hamdi Tanpınar bunların başında gelir.
Kaplumbağa Gölgesi’nde özellikle evsizlere, günümüzün önemli bir problemi olan mültecilere odaklanıyorsunuz? Onlara dair dikkatinizi tetikleyen neydi?
Teksas’tan Portland’a yeni taşınmıştım. İkizler henüz iki yaşında. Biraz hava almak için şehrin kitapçısına gittim. Raflardan bir kitap seçip kitapçının kafesinde okumaya başladım. Sonra bir baktım, etrafım kitap okuyan, uyuklayan, telefonunu şarj etmek isteyen evsizlerle dolu. Kitapçıdan çıktım, sokakta her adım başı bir çadır var, evsiz kampları var. O zamanlar İbrahim Mübarek’in başında olduğu bir evsiz kampı vardı. İbrahim Mübarek, sonradan Müslüman olmuş bir siyahiydi. Onun hikâyesi beni iyice çarptı. Mülteci sorunu da yeni patlak vermişti. Böylece evsizlik, mültecilik ve benim bir kente yabancı oluşum doğrultusunda Kaplumbağa Gölgesi doğdu.
Ve Filistin. Orada, gözlerimizin önünde bir soykırım gerçekleştiriliyor. Bir avuç vicdanlı insan dışında dünya susuyor, olup bitenleri görmezden geliyor. Batı’da yaşayan biri olarak Batılı aydınların, entelektüellerin konuya ilişkin tavırları hakkında neler söylersiniz?
İlk defa devlet ve halklar arasında büyük bir ayrım olduğunu bu kadar net gördüm. Bir avuç da olsak susmamak güzel bir şey. İlk defa susmaktan bu kadar rahatsız olduğumu hatırlıyorum. Bir kum tanesi kadar küçük olsam da hareket etmem gerektiğini anladım. Tin House, Portland’daki önemli yayınevlerinden biridir. Oradaki bir dinletiye Refaat Alareer’in “Ölmeliysem, Bir Mesel Olsun Bu Ölüm” şiiriyle başladı ve o gün öldürüldüğü haberi verildi. Refaat Alareer’in şiiri ve ölümü bir meseleye yol açtı. Bu mesele küçük müydü, büyüdü mü tartışılır ama mesele olması, unutulup gitmemesi dikkate değerdi. Üniversite hocaları üzerlerindeki baskıdan şikâyet ediyordu. Bir edebiyat hocamız, Mahmud Derviş’in şiirini tahlil edersek bize ekstra puan vereceğini söyledi, bir diğeri ödevleri askıya alıp “Ders için değil dünya için endişelenin.” dedi. Protestocular, üniversitenin kütüphanesinin adını “Refaat Alareer’i Anma Kütüphanesi” olarak değiştirdiler, ta ki polis her şeyi silip süpürene kadar. Önemli bir kırılma ve dönüm noktasından geçiyoruz, umarım sonuçları iyi yönde olur.
Genç yazar adaylarına hangi tavsiyelerde bulunurdunuz, sorusunu size şöyle sormak istiyorum: Yolun başına dönecek olsaydınız, henüz yirmili yaşlara adım atmamış Güzide Ertürk’e neler söylerdiniz, ona hangi nasihatlerde bulunurdunuz?
Bu kadar çok kafana takma derdim öncelikle. Zor bir yol seçtin ve bu yolda ilerlemek istiyorsan arada bir rahatlaman gerektiğini de unutma. Arada bir durmadan konuşan geveze insanların sesini kıs, şu satırın altını mutlaka çiz derdim. Kuş ölür, sen uçuşu hatırla ve yaz derdim.