Sık ağaçları geçip, ara yola saptı. Gecenin koynunda kaybolan karaltıyı tek tük seçenler oldu. Cami cemaati bayram namazına vardığında tam da eşikte paslı bir cila kutusu buldu.
Selamünaleyküm
Aleykümselam!
Kimin ola ki bu?
Neymiş o?
Cila kutusu olsa gerek. Pek eski!
Çoluk çocuk tekerledi geldi zağar!
Olur. Olur. Bu zamanda her şey olur.
Nuh nebiden kalma sanki.
İmam efendi bilir belki?
Ne bilsin yav! Belli ki iki yeni yetme işi bu!
Öyle öyle de. Ta bizim zamanların markasıydı bu teneke kutu.
Dedesinden kalma bir sandıktan aşırdı velet. Geldi cami dibinde oynadı belki…
Olur olur bu zamanda her şey olur.
Kalabalığı selamlayarak girdi. Eşikte durup konuşmalara kulak verdi. Ahalinin ayağıyla oradan oraya savurduğu kutuyu eğilip aldı.
Eskiden yiten şeyleri, yitik taşına hıfzederlerdi. Batı köşesindeki oyuğa koyuver gel çocuğum şunu, dedi. Yanı başında duran torununa. Çocuk kutuya garip garip baktıktan sonra caminin arkasına dolaştı. Birkaç yaşlı, değerli yitikler saklanırdı oyuğa, hani bunun ne değeri var sanki, dediler. Ağız ağıza verip yavaşça söylediler bunu! Onları duymuş gibi ince bir üslupla değeri vardır, değer veren yanında elbet, dedi ve camiye girdi. Ötekiler, bayramdı, namazdı, mübarekti unutup hay be adam, sen de yine buldun ham bir yan, deyip gülüştüler… Namazdan sonra bayramlaşılıp evine, mahallesine dağıldı herkes. O oracıkta kalakaldı. Torunu beklemek istediyse de tatlı bir dille çocuğu eve savdı. Birkaç kişi elini öptü bayramlaştı. Cemaat tamamen çekilip bahçede yalnız kalınca, batı köşesine doğru yürüyüp oyuktaki kutuyu eline aldı. Kokladı, kalbine bastırdı. Cebine koyup gelmiş, dedi. Deli Tahir gelmiş! Hiç gitmedi ki! Gitmesin de… Doğruca mezarlığın yolunu tuttu. Akyola vardığında kadın erkek, çoluk çocuk mezar ziyaretinden dönenleri selamladı. El öpmek için gelenleri tok bir gülümseme ile savıp yolunu tuttu. Üzeri tazece ıslanmış mezarlar, mevsim çiçeklerinin toprak yükseltilerine saplandığı mermerler gördü. Ağlama seslerine, dualara, bayramlaşmalara kulak verdi… Kalbi küt küt atıyor, eve savdığı torununun peşinden gelebileceğini akıl etmiyordu. Uzakta sapsarı çiçekler açmış mezarı gördüğünde gözleri hızlıca iki kıyıyı taradı. Oradaydı. Oturmuş bekliyordu. Adımlarını sertleştirip nergis kokusuna doğru seğirtmeye başladı. Kara servilerle gölgelenen yolu gözyaşlarıyla geçtiğinden, selam verenleri bile göremedi. Seğirttikçe yol bitmedi. Seğirttikçe kan revan içinde bir Tahir görüyor, yetişemiyor, kucaklayamıyor, yarasını saramıyordu! Ne işe yararsın sen, dedi bağırarak! Ne işe yaradın? Arkadaş mı sayarsın kendini? Yoksa dost mu? Kimsin sen? Kimisin Tahir’in? Alt ucu yetişemeyensin! Etraftakilerin şaşkınlığını görse kendine çekidüzen verecek bir adamdı ama kataraktlı gözleri yaşlarla doluydu. Görmedi. Görmek istemedi. Belki de bir ayağı çukuru adımlarken, kendini el aynasında bulmak istedi. Kaybettiği kendini yeniden bulmak. Kaybettiği dostluğa sarılmak! Utanmak! Utandırılmak! Nitekim ağlamak rahatlatıyor, yıllardır kalbine batan acıyı yumuşatıyordu. Nergis kokusu yakınlaştı. Gözlerini elleriyle kurulayıp gelen iki kişinin selamını aldı. Sola dönüp çam ağaçlarının çevrelediği mezara vardı. Nergisler açmış, sen gelmişsin, selamı gelmiş, dedi tüylerini okşayarak. Yere çöktü sonra. Elleriyle nergisleri aralayıp toprağı avuçladı. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Torun torba sahibi olmuş, karısını kızını kaybetmiş, yılları akıtan hoyrat zamanın karşısında dimdik durmuş, yıkılmamış ama her bayram Tahir’in mezarına vardığında kendini kaybetmişti. Acı yerli yerinde duruyor. Hep o günü, o acı, kara, bahtsız günü hatırlayıp kendini suçluyordu. Kadim zamanlardan kalma bir hikâyeydi bu. Kız oğlanı, oğlan kızı sever. Hem de deli divane. Sırılsıklam. Karasevdalı! Lakin zengindir kız. Oğlansa fakir! Boyacı. Ayakkabıları boyar. Babası da ağa yanında yanaşma. Tahir doğar. Sonra Vesile! Ağanın tek kızıdır Vesile! Yere buza koymadığı, elini sıcak sudan soğuk suya değdirmediği Vesile! Gönülleri akar birbirine Tahir’le. O vakit şehirde kaç dere varsa taşar dolar, taşar dolar. Yağmur başka, kar başka süsler çiçekli baharları. Ilık bir rüzgâr durmadan o şehrin dağlarını dolaşır. Hasılı aşk, göğün de yerin de dimağında yer etmiş, canlı cansız tüm nebat bu suyun akışına olur vermiştir. Vakitler nisanı vurduğunda nergisler açar o şehirde. Her evin bahçesinde bu çiçekten vardır ve kimse diğerini nergisi var diye, kıskanmaz ama Ak Ağaların evinde bir nergis daha vardır ki bıyığı terlemiş oğlu olan her evin ahalisi, bu nergise göz koymakta gecikmez. Vesile nergislerin en güzeli, en alımlısı! Bu şu demektir o şehirde: Kız arkasıyla gelecek. Bohçasıyla, sandığıyla, halısı zilisi, atı kısrağı, ineği çanağıyla. Varı variyetiyle! Ağa babasının nüfusu ile… Abileri evli Vesile’nin. Çocukları olmaz! Vesile en yiğit en dobra en sözü geçen herife varacak ki babasının oğullarına yargın verecek! Öyle de olur. Şehrin ağabey kısmı çoktan oğullarına beğenmiştir Vesile’yi. Ak Ağa gururlu. Kız bilir der! Arayanı, soranı, isteyeni çok nasılsa. Biri olmazsa diğeri. Hepsi pirüpak şehrin öz evladı. Tarla takka ne istersen var. İcarlar da birleşirse Ak Ağa’nın oğullarını kim durdura! Ak Ağa’nın Kapısı dünür dünür vurulur. Vuruldukça yorulur. Yoruldukça dedikodu ayyuka çıkar! Vesile derler, yanaşmanın oğluyla! Kimmiş? Görülmüş şey değil tövbeler olsun! Olmaz! Zinhar yalandır bu! Ne etsin nergis kokulu Vesile, sıracalı Tahir’i. Hem yanaşmanın oğlu. Ayağı çarıklı. Daha dün geldi. Dün gördü şehri anası atası.
Bize ne gerek!
Şehrimin yerlisiyim, değirmenin kurlusuyum!
Anası belli atası belli!
Hadise abilerin kulağına sonra Tahir’in babasının kulağına gidince, abiler ilk Tahir’in sonra babasının kulağını bükerler. Bir bükmeyle bitecek sandıkları söz döner dolaşır, uzar, yayılır ve dile düşer…. Böyle böyle eriyip akmaya başlayan Vesile, konaktaki odasına kilitlenir ki babasının da haberi olmuştur. Tahir ayaklarından urganla bağlanıp konağın şu zamanda bile hâlâ duran kör kuyusuna baş aşağı sarkıtılır. Tahir kuyuda inledikçe toprak toprak ses yayılır. Vesile odasında duvarları yumruklaya yumruklaya aklını yele salar! Nergis kararmıştır! Ak kızın adı karaya çıkar. Arayan, soran, iç geçirip, dünürlük edenler tek tek çekilir. Tahir kuyuda. Aç. Susuz. Sevgisiz. Babası ile anası konaktan kovulur. Yanaşmanın tek evladı bu Tahir! Çocukları olmamış da dağlardan inip gelirlerken bir köknar koynunda kundaklı bulmuşlar, denilir. Denilir de denilir. Laf uzar gider böylece. Tahir kayıptır. Kuyuda olduğunu iki abi, baba ve Vesile’den başka bilen yoktur. Geceleri Tahir inler. İnledikçe Vesile delirir. Deli kızı kim alır? Elbet alan bulunur. Abiler, konağa borcu olanı bulur, oğluna kızı verelim deyip işi kapatırlar ama bu kapanan işin sonu, sonsuza kadar sürecek bir acıya mal olur! Tahir’i kuyudan çıkarıp yaralarını sarıp yedirip içirip kızı sana vereceğiz, derler. İnanır Tahir. Umutlanır, kendince kanar gider bu soysuz yalana… Seni derler, falanca çiftliğimizde bekler Vesile. Ahıra gir, Vesile’yi bul. Durma. Koş haydi! Sürünerek, topallayarak, nergis kokularını içine çekerek ahıra varır Tahir! Dağın başıdır orası. Dağların başı desek yeri. Ne ses ne nefes ne Vesile vardır ahırda. Bekler biraz. Kimsesizliğin içine işlediği bir anda eli sopalı beş altı adam girişirler Tahir’e! Aslında Tahir orada ölmüş der bilenler. Kimileri ise başka şeyler! Başka utançlar sezdirirler. Tahir delirir! Kız zaten delirmiştir ama abileri söz verdikleri oğlana nikâh ederler kızı… Zamanlar zamanlar sonra kimselere zararı kalmayan Tahir, şehir meydanında, pazar yerinde, amele kahvesinde eski velespit ile dolaşır durur. Annesiyle babasından ses çıkmaz bir daha…
Köknarın koynunda kundağı bulundu, sevdalandı, delirdi, ana kayıp, baba kayıp derken efsaneye döner Tahir’in hikâyesi ve o şehre yeni gelen Kaymakam tarafından duyulur olanlar! Kaymakam, Tahir’i merak edip çağırttırır. Gelmez Tahir. Ayak direr. Bunca eğilen baş varken aşk ile dimdik duran adamı gözüyle görmek ister kaymakam ve olduğu yere gider. Tahir o günlerde velespitinin selesine bağladığı bir boya sandığıyla dolaşıp durmaktadır. Kahvede, çarşıda ayakkabı boyar! Boyamaktan çok ciladır Tahir’in işi. Parlattıkça kendini görür, parlattıkça Vesile’yi, parlattıkça annesini, parlattıkça babasını, parlattıkça köknar ağacını ve parlattıkça o gün haber alıp da ahıra yetişemeyen arkadaşlarını görür durur! Sonra bu parlatmalar başka bir şeye dönüşür. Tahir ayakkabı yüzlerinde sevdiğini, anasını, babasını görmeyi unutup şehrin yüzsüz, hırsız, uğursuz, adaletsiz takımını görmeye başladığında yanı başında kara bir köpek hasıl olur. Tahir parlatır. Köpek bakar. Köpek gördüğü her kirli yüzü o sabah ezan vaktiyle bulup parçalar. Ne kimse ölür ne de kuduza karar! Tahir’in kara köpeği tarafından ısırılanlar için, mutlaka bir çapanoğlu var bu herifte diye yayıldığından, herkes bu köpekten kaçar olur… Böyle böyle yıllar geçer. Ne Tahir ölür ne de köpeği! Tahir’in dağlara doğru gidip bir daha gelmediği, köpeğininse her bayram öncesi şehri dolaşıp dedelerinden kalma suçların sahibi torunları aradığı söylenir…
Başka bayramların her sabahında, yitik taşının oyuğunda bulunan paslı cila kutusu, bir bilinmez el tarafından, Ak Ağa’nın konağının kara kapısına bırakılır ve ortalığa yeni bir nergis kokusu yayılır…