Her sabah her gece ve aslında her an aklımda. Hâlâ ne oldu bilmiyorum, biliyorum da inanmak istemiyorum belki. Hiç olmaz gibi gelmişti. Ama oldu işte! İçimden bir şeyler eksildi. Her an düşünüyorum, onu düşünüyorum.
Bugün yine kendi kendime uyandım. Birinin seslenmesiyle, öpülmeyle ya da hafif sarsılmayla uyanmadım. Kimse “Hadi kalk çay demlendi, kahvaltı hazır.” demedi. Kimse içeri havalansın diye pencereyi açmadı.
Yataktan kalkmaya çalıştım. Başım döndü. Oturdum. Sanki günlerdir yataktan çıkmıyordum. Gerçekten çıkmamış mıydım? Banyoya geçtim. Yüzümü yıkadım. Aynaya baktım. Gittikçe zayıflıyorum. Elmacık kemiklerim belirginleşiyor. Elimi sakalımda gezdiriyorum. Çok uzamış. Hiç sevmezdi sakalı. “Yüzünün güzelliğini kapatıyor.” derdi. Saçlarımdaki beyazlar da artıyor. Onun da saçlarının beyazı çoktu. Ben dert edinmeyi ondan öğrendim.
Etrafıma baktım. Neden gelmiştim buraya? Yüzüme üç defa su vurdum. Kollarımı dirseklere kadar yıkadım. Başımı mesh ettim.
Bir süredir yapacağım şeyleri unutuyorum. Bazen alakasız işler yaparken buluyorum kendimi. Buluyorum evet. Çünkü kayboluyorum. Geçmişte, yaşanmışlıklarda...
Mutfağa geçtim. Tezgâh tepeleme bulaşık dolu. Tepeciğin içinden bir bardak alıp sudan geçirdim. İçine çay sallandırıp su ısıtıcısını çalıştırdım. Buzdolabını açtım. Dolap bomboş, ne yumurta ne kahvaltılık... Bir süre öncesine kadar hiç eksiğimiz olmazdı. Kahvaltıda menemeni çok severdik. Ne de güzel yapardı, tüm yemekleri güzel yapardı. Tabağıma fazla fazla koyardı. Bittiğinde de kendi payından vermeye çalışırdı. Paylaşmayı ondan öğrendim.
Dolabın sesiyle irkildim. Kapısını kapatıp açtım. Raflarına tekrar bakındım. İçinde birkaç zeytin, kurumuş bir parça peynir olan tabağı aldım. O olsaydı peynirin yenisini çıkarırdı. Ama kurumuşları da atmazdı, “Nimet. Atılır mı hiç? Bunu bulamayanlar da var. Allah yardımcıları olsun.” derdi. Kurumuş peynirleri kendisi yerdi. İsraf etmemeyi ondan öğrendim.
Kaynayan suyu bardağa doldurup masaya oturdum. Sanki karşımda o var ve “Bak unutuyordum yine.” diyor, ilaçlarını almak için kalkıyor. Mide haplarını... İhmal ederse midesi gün boyu yanardı. İçmeyince “Niye hatırlatmıyorsun?” diye kızardı. Sepete baktım, yarım ekmek var ama taş gibi. Anladım ki çoktandır yatağımdan çıkmamışım. Diyafondan kapıcıya seslendim: “Bilal abi iki ekmek getirebilir misin?” Cevap vermedi. “Bilal abi?” Yanlış tuşa basıyormuşum. Tekrar söyledim, bu sefer duydu. “Tabii ki Selim Bey oğlum, getiriyorum.” Mutfağa geçtim. Kurumuş ekmeğe baktım. O olsa ekmekler bu kadar bayatlamazdı. Çok nadir. O da unuttuğu için. Önce bayatları sonra tazeleri yedirirdi. Bayatladığında suyla ıslatıp balkonun kenarına koyardı, kuşlar yesin diye. Düşünceliydi. Yavru kedileri kendine alıştırmazdı mesela. Şey derdi: “Şimdi bana alışırlarsa başka insanların yanına da giderler. Ama her insan bir değil ki. Ya kötü birine giderlerse?” Ben merhameti ondan öğrendim.
Ekmeği aldım. Suyun altına tuttum, elimle parçalayıp balkona gittim. Davul zurna sesi duydum. Aşağı baktım. Bir evden çeyiz alıyorlar sanırım. Gelenekmiş. O olsa gülerek izlerdi. Eskiden çeyiz alma merasiminin nasıl yapıldığını anlatır konuyu kendi çeyizine bağlardı. Annesiyle yaptıkları el işlerinden bahsederdi. Sonra rahmetli babamdan. Bir ah çekerdi. Ben de bir ah çekiyorum şimdi. İçeriye bir adım atmıştım ki ekmekleri koymadığımı fark ettim. Geri dönüp balkonun kenarına bıraktım.
Kapı çaldı, açtım. Bilal abi. Doğru ya, ekmek istemiştim. “Bir dakika abi parayı getireyim.” deyip içeriye girdim. Bozuk paraları koyduğumuz cüzdanı aldım. Elime döktüm. “Kusura bakma bunlar da çok bozukmuş. Sen hepsini al, yarın tamamlayayım ben inşallah.” Eline paraları döktüm. Hurma çekirdeği çıktı. Özür dileyip aldım elinden. “Estağfirullah Selim Bey oğlum. Eksikse de helal olsun. Bir şeye ihtiyacın olursa çekinmeden söyle hemi. Hep buradayım.” Allah razı olsun, deyip kapıyı kapattım. Elimde hurma çekirdeği! Cüzdanlara koyardı. “Berekettir. Bozuk para eksik olmaz cüzdandan o olunca.” derdi. Tekrar cüzdana koydum. Ben teslimiyeti ondan öğrendim.
Mutfağa geçtim. Çayı unutmuşum. Buz gibi olmuş. Döktüm. Neyse ki su sıcaktı. Tazeledim. Birkaç lokma yiyebildim ancak. Davul zurna sesi gelmeye devam ediyordu. Balkonun kapısını kapattım.
Bir söz vardı ya hani, onu hatırladım; “...mutfaktan gelen tabak çanak sesleridir; mutfaktaki su sesi, pencereyi açma sesi, namaz kılarken duyulan fısıltı sesidir; ev sesleri odur.” diye. Öyle işte.
Ev artık çok sessiz. Ev onunla ev, anlam onunla anlam... Salona geçtim. Yanaklarımda bir ıslaklık. Onsuz yaşamayı ondan öğrenemedim...