Gurbette sekizinci yılım. Ailemden, sevdiklerimden, memleketimin lezzetlerinden, havasından, suyundan her şeyinden ayrı sekiz yıl... Memleketten uzak olmak insanı farkına varsa da varmasa da solduruyor. Memleket hasreti, anne ve babaya özlem… Ne zaman bu özlem yüreğimi sıkıştırır derecesinde artsa, kendimi Üsküdar’da bulurum. Memleketim burasıymış gibi Üsküdar’ın dar sokaklarında gezmek, köşe aralarından boğazı seyretmek ruhumu rahatlatır. Yüzümü aydınlatır.
Yine bir iş çıkışı çiseleyen yağmurla beraber Kaftan Sokak’taki merdivenlere oturup Boğaz’ı seyretmeye gittim. Hava kararmaya yakın. Üzerimde hırkam. Sokağı yarılamıştım ki dört bir tarafı dolduran bir koku, sokağın nefesini açmaya başladı. Özlem gidermek için gittiğim bu yer, gelen kokuyla beni alıp daha da uzaklara götürdü.
Bu kokunun bendeki yeri o kadar ayrı ki... İlkokul yıllarında gümbür gümbür yanan sobanın sıcaklığıyla uyandığım bir kış sabahı… Mis gibi bir yemek kokusuyla uyandığım bir sabah… Tadını alan bilir ki sobada pişen yemeğin kokusu da lezzeti de bir başka olur. Yarı uykulu bir vaziyette sobanın üzerindeki tencerenin kapağını açıp ayranı üste çıkmış buğday çorbasını görünce çok mutlu olmuştum. Bizim memleketin meşhur yemeği, annemin yazın özenle hazırladığı tarhanalar… O gün okulda akşamı zor ettiğimi hatırlıyorum. Ellerimi soğuktan ovuştura ovuştura, karları yara yara eve gelmiştim. Hava kararmış ama bizim evde lambalar yanmamıştı. Soba hâlâ tüm ihtişamıyla yanıyor, deliğinden çıkan turuncu ışığıyla evi aydınlatıyordu. Odunların yanarken çıkardığı çıtır çıtır sesler ise ortama ayrı bir güzellik katıyordu. Annemin tarhana çorbasını en lezzetli hâle çeviren o naneli, soğanlı sosunun kokusu evin her tarafına dolmuştu. İşte bu kokuydu beni o zamanlara götüren. Aslında o çorbayı bu kadar lezzetli kılan şey sanırım ailemle beraber olmaktı. Annemin dokunuşlarıydı, babamın sobayı tutuşturmasıydı, çorbanın sobada yavaş yavaş pişmesiydi, ablalarımla beraber o sofrayı kurup kaldırmamızdı belki. Şimdi evimizde ne soba var ne de üstünde kaynayan tencere. Artık herkes başka bir diyarda…
Ah nane kokusu! Beni nerelere götürdün böyle? Ne ara ben o merdivenlerden kalktım Kız Kulesi’ne geldim de buradan Eminönü’nü seyrediyorum…
*“Sonra ansızın o hatıra karşımda beliriverdi. Bu tat, Combray’da pazar sabahları Leonie halamın günaydın demeye odasına gittiğimde, çayına ya da ıhlamuruna batırıp bana verdiği bir parça madlenin tadıydı.”
Bu köşe, Marcel Proust’un Geçmiş Zamanın Peşinde adlı eserinden ilhamla hazırlanmıştır.