Sosyal medyadan mesaj atmış arkadaş. Çok güzel bir projeden bahsediyor. Mültecilerin yaşam koşullarının iyileştirilmesi, çalışma şartları ve eğitimi konusunda uzun bir yazı. Neler yapılacağını, hangi yolun izleneceğini açıklamış. Benim de kendisine destek vermemi istiyordu. Normalde sosyal medyadan gelen mesajlara bakmam. Bakarım da cevap vermem. Çünkü oradan pek bir şeyin çıkmayacağını bilirim. Ulaşılabilir olmanın getirdiği rahatlıkla yazarlar size. Yaşınız, unvanınız bir anda eşitlenmiş olur. Kimi üslupsuz yazışmalar canımı sıkar. Bu yüzden geri dönüş yapmam oradan. Beni arayan bulur. Nerede olduğum, telefonum üniversitenin sayfasında var.
Bu arkadaş detaylıca yazmış, ikna etmek için bütün yolları denemiş. Kendisini tanımıyorum ama içimde hafif bir heyecan duymadım değil. Konu bilindik, moda tabirle popüler. Yöntemini beğendim. Israrı hoşuma gitti. Olabilir dedim. Neden olmasın? Bugüne kadarki hayal kırıklıklarımı hatırladım. Ya zamanında buluşma yerinde olmazlar ya çıkarken dosyayı unutmuşlardır ya da hiç gelmezler. Randevulaşıyorsunuz, işinizi ona göre programlıyorsunuz, hazırsınız, telefon açmadıkları gibi mesaj da atmıyorlar gelemeyeceğim diye. Kolay ulaşılabilir olmak değersizleştiriyor demişti bir dostum. Sınıfsallıktan bahsetmiyorum. Zamane gençleri her şeye kolay ulaştıkları için ilişki değersizleşiyor. Bir mesajla dünyanın her yerindeki insana ulaşabiliyorlar. Bu kendilerine güç ve cesaret veriyor. Ne yapayım? Bırak onlar uğraşsın diyor.
Hak verdim. Bir süre uygulamaya çalıştım. Fakat bir yerde pes ediyorsunuz. İkna ediyorlar sonuçta. Ya da ben ikna oluyorum. Heyecanlanıyor, seviniyorum böyle gençleri görünce. Onları kazanmamız lazım, onların bizim tecrübelerimize ihtiyaçları var.
Olur, diyorum arkadaşa (Neden bir ismi olsun ki)? Buluşmak için yer ve zaman söylüyorum. Yarın, İstanbul Pastanesi, on dört. Tamam, bana uyar hocam, diyor. Her ihtimale karşı cep telefonumu da yazıyorum. Bir işin çıkar, gelemeyecek olursan ara diyorum. Yok hocam diyor, tam zamanında oradayım.
Çocuğun gönderdiği mesajı tekrar okuyor, aklıma gelenleri not ediyorum. Ne konuşabiliriz, hangi yöntemleri uygulayabiliriz, bununla ilgili yapılmış çalışmalar var mı diye internette araştırma yapıyorum. İlginç konular var. Zaten benzerleri daha önce yapılmış. Orijinal olmayacak ama başlangıç için fena sayılmaz. Belki birkaç farklı görüşle yeni bir şey yapabiliriz.
Aldığım notları akşam tekrar gözden geçiyorum. Çocuğun karşısına çıktığımda net fikirlerim olsun istiyorum. Bakarsınız güzel bir iş çıkar. Belki geleceğin iyi bir araştırmacısı olabilir. Şevkini kırmadan, onu motive edecek yollar arıyorum zihnimde. Biraz abartıyorum biliyorum, ama aklıma bir mesele girdi mi başka işe geçemiyorum. Çünkü o, zihnimde dönüp duruyor. Geceyi onunla geçiriyorum.
Ertesi gün güneşli güzel bir sabaha uyanıyoruz. Hava mis gibi. Balkonda kahvaltımızı yapıyoruz. Kahvaltıdan sonra çay faslına devam ediyoruz. Çocuklar kurslarına gidiyor, evde hanımla ikimiz kalıyoruz. Güncel konulardan, okullardan, evin ihtiyaçlarından konuşarak öğleyi buluyoruz. Saat on ikiye gelince ben kalkıyorum. Hazırlanmaya başlıyorum. Daha erken değil mi diyor hanım. Bir gibi çıkarım diyorum. Duş alayım, tıraş olayım, giyinir çıkarım. Trafiği de hesaba katmam lazım.
Evden biri on geçe çıkıyorum. Bir buçuk gibi çarşıya varıyorum. Arabayı otoparka koyup çıktığımda bir kırk oluyor. Zamanım olduğu için yavaş adımlarla yürüyerek etrafı seyrede seyrede gidiyorum. Ne kadar yavaş yürüsem de on dakika sonra İstanbul Pastanesi’ne varıyorum. Saat bir elli. Buluşma saatine daha on dakika var. Belki erken gelmiştir diye etrafa bakınıyorum. Henüz gelmemiş. Gölgeye oturup çay söylüyorum. Vakit geçsin diye telefonu karıştırıyorum. Diğer masadakilere bakıyorum. Zaman geçiyor. Saat on dört oluyor. Gelen giden yok. Aramış mı veya mesaj atmış mı diye telefonu açıyorum. Yok. Zaten elimde, arasa mutlaka duyarım. Belki daha önceden mesaj falan atmıştır da görmemişimdir diye yeniden mesajlara bakıyorum. Yok. Bu arada saat on dört sıfır beş oluyor. Mesaja girip yer ve zaman konusunda hemfikir olup olmadığımıza bakıyorum tekrar. Doğru. Herhangi bir yanlışlık yok. Bir çay daha söylüyorum. Saat on dört on. Onun telefon numarasını almadığıma kızıyorum. Arar sorardım. Belki acil işi çıktı. Kaza falan ne bileyim. Sinir katsayılarım artmaya başlıyor. Yirmi dakikadır buradayım ve tek başıma oturmaktan sıkılıyorum. Kendimi ekilmiş hissediyorum. Şimdi evimde olsaydım ya kanepeye uzanmış kitap okuyordum ya da hanımla ikinci çay faslına başlamıştık. Ya da hiç olmadı doğrudan dergiye, arkadaşların yanına geçerdim. Durmadan saate bakıyorum. Özellikle de tembih etmiştim numaramı yazdığımda, geç kalacak olursan ara diye. Arayan soran yok. Saat on dört on beş. Artık daha fazla dayanamıyorum. Bundan sonra gelse bile içimdeki öfkeyle konuşamam. Hesabı ödeyip çıkıyorum. Nereye gitsem. Çizgi’ye mi dergiye mi? En iyisi bir süre yürümek.
On dört yirmide telefonum çalıyor. Kayıtlı olmayan bir numara.
Hocam ben geldim, göremiyorum sizi diyor.
Saat kaç, diye soruyorum.
İki saniye sonra, on dört yirmi, diyor.