1922 yılında doğan Vüs’at O. Bener 2005 yılında aramızdan ayrıldı. İlk öykü kitabı Dost’la başlayan yazarlık serüveni birçok türde kaleme aldığı kitaplarla sürdü. Yazarlığa öykü ile başlamış olsa da sonraki yıllarda bu türün yanında şiir, roman ve anlatılar da kaleme aldı.
Neredeyse bütün yazarların yazmaya başlama serüvenleri vardır. Ancak Bener’in yazmaya başlaması hayli ilginç. Bir dost ortamında dönemin edebî eserlerini sert bir şekilde eleştiren yazar, kendisi gibi yazar olan kardeşinin “Madem bu kadar eleştirebiliyorsun, otur sen de yaz, görelim.” şeklindeki itirazıyla karşı karşıya kalır. O güne kadar herhangi bir yerde ismini görmediğimiz Bener bu andan itibaren evine kapanır ve yazmaya başlar. İlk öykü kitabı Dost bu şekilde okurla buluşmuş olur.
Ankara’da doğmamış olsa da hayatının büyük bir bölümü Ankara’da geçer Vüs’at O. Bener’in. Onun için Ankara sevdalısı diyebilir miyiz, emin değilim. Ancak neredeyse kaleme aldığı her kitabında Ankara’nın taşına, toprağına değinmiş bir yazardan bahsedebiliriz. Onun Ankara’sı muhteşem güzelliklere ev sahipliği yapan bir şehir değildir. Geçerken uğranılmış ama bir şekilde kalmak zorunda olunan bir şehirdir. Öyle ki karanlıktır Ankara. Kızılay boğar insanı. Gri binalar yaşama hevesi bırakmaz. Ama yine de bir şehirdir Ankara. Yazarın nefes aldığı şehir.
Yazarın en büyük başarılarından biri neredeyse bütün külliyatı boyunca hâkim olan ben dilini otobiyografik çerçevede kaleme almasına rağmen kendisinden uzaklaştırmış olmasıdır. Öyle ki öykülerini okuduğumuzda hayatından izleri kolaylıkla yakalasak da o, bunu büyük bir ustalıkla üzerinden savuşturur. Öykü bittiğinde siz aslında başka birinin hayatını okumuş olursunuz. Yazarın ben dili ve otobiyografi arasındaki bu yolculuğu tematik bağlamda ele alınmalıdır bana kalırsa. Temaya açılan ilk adımın “anlatı” olduğunu düşündüğümüzde bu durumu garipsemeyecektir okur.
Çağdaşlarıyla karşılaştırıldığında dile daha büyük bir önem atfettiğini görüyoruz yazarın. Onun yazın dilini “büyük bir yenilik” türünden iddialı sözcükler ifade etmeyebilir. Yaptığı, yapmak istediği şey kelimelerin çağrışım, metafor gibi ikincil düzlemini rafa kaldırmak olabilir. Böylece kelime, sözcük ve şey birincil ana yurduna rücu etmiş olur. Sade, anlaşılır, günlük ve güncel bir dil kullanır metinlerinde. Edebiyatı dönemin konuşma diline yaklaştırır.
Şehrin bütün insanları ayrıntılarıyla yer bulur metinlerinde. Yoksullar, bürokratlar, kenar mahallenin çocukları… Neredeyse hepsinin ortak bir özelliği vardır: Hayata tutunmaya çalışmak. Hayal kırıklıkları, yoz bir yaşam, huzursuzluk… Yine de yaşamak. Küçük şeylerden, birkaç dost sohbetinden mutluluk kırıntıları çıkararak hayata tutunmaya çalışmak. Yaşamı inkâr etmemek ama ölümü de her an hatırlamak… Özellikle yazarın yaşlılık dönemlerinde sık sık gördüğümüz tiratlardan bazıları ölüm üzerine. Kuşkulu bir ölüm, buna ne kadar yaşamak denirse.
Diyaloglar edebî metinlerin, gergin anlatımların, sert yazıların gidişatına katkı sağlar. Onları rahatlatır. Okur büklümlü bir andan kısa sürede olsa çıkmış ve ferahlamış sayılır. Fakat yazar bazı öykülerinde salt diyaloglarla kurar metinlerini. Uzun uzadıya, bitmek bilmeyen diyaloglar aracılığıyla oluşur öyküler. Bu öyküler boyunca okur her an yeni bir düşüncenin etrafında bulur kendini. Birkaç taze söz onun zihninde çağrışımlar uyandırır.
1952 yılında yayımlanan Dost, iç sesin ve diyaloğun arşa çıktığı bir ilk kitaptır. Kitapta karakterlerin ruh hâlleri gözler önüne serilir ya da bu sayede insan içine çıkarılır. “Havva” ve “Kömür” gibi kült diyebileceğimiz iki öykü bu kitaptadır. Yazarın seçtiği karakterler gün içinde her an karşımıza çıkabilirler. Her an muhatap olabileceğimiz bu karakterleri ne kadar tanıyoruz? Yazar sanki bu soruyu sorar kendine. Böylece derinlemesine bir tahlil yapar:
“Kavga adamakıllı kızışmıştı. Beyaz pardösüm, efendi kılığımla aralarında bulunmamı kimse yadırgamıyor. Ama sahne uzadı gibi geldi bana. Birden tuhaf bir pişmanlık duygusuna kapıldım, sağımdakine dönüp:
‘Yazıktır yeter artık, ayırın canım şunları.’ dedim.
Hamal önce anlamsızca yüzüme baktı, arkasından güldü.
‘Ayıralım mı? Aldırma Bey. Alışıktır onlar. Sen keyfine bak.’ ”
Mızıkalı Yürüyüş hayatının son dönemlerini yaşayan bir yazarın yürüyüş notları. Otobiyografik bir metin hissi uyandırsa da yazar tüm anlattıklarını üzerinden atmasını biliyor. Böylece herkesin hikâyesine tanık oluyor okur. Yaşlı, gergin, huysuz, yalnız bir karakter var karşımızda. Geçmişiyle hesaplaşamıyor. Kuşkulu, ideolojik saplantılarından kurtulamıyor. Tüm bu yaşanılanlara buhran denilebilir belki de. Yine de yazar “yalanlamıyor” kendini. Bu kitaba kolaylıkla öykü diyebilir miyiz emin değilim. Deneme-öykü diyebiliriz belki.