Kızıl Deve

Abuzer Hoca, Elâzığ, Ağın’ın bir köyünde on dört yıl imam hatiplik vazifesini ifa etmişti. Aslen Seydişehirli, on parmağında on hüner, kabiliyetli, çalışkan bir cami hocası olarak çevresinde göz doldurmuş, çok kısa zamanda yöre insanıyla kaynaşmıştı. Üç yüz yıllık tarihî bir camiydi Abuzer Hoca’nın görev yaptığı cami. Küçük tamiratlar dışında ilk günkü gibi sağlamdı. Üstelik yüzyıllar boyu yaşanan depremler bile camiyi ne aşındırmış ne de temeline zarar vermişti. Abuzer Hoca vaazlarında bu muhkem mabedi her fırsatta örnek gösterir ve cemaate dönerek, “Bu örme taş mabedin ruhu sizsiniz.” diyerek onlara taltiften geri durmazdı. Camilerin de gövdesi ve ruhu olduğunu hatırlatırken cemaatsiz kalan mescitlerin kalbinin duracağını dili döndüğünce anlatmaya çalışırdı. Beş vakit namaz kıldırmanın yanında, köyün her yaşta insanına Kur’an öğretim ve ahlakını yerleştirmeyi kendisi için de asli görev bilirdi. Bağ bahçe, inşaat işlerinin yanı sıra arıcılık, meyve ve sebze mahsulünün pazara sunulması gibi daha birçok işle yakından ilgilenir, “Yahu Hoca, sen bu dünya işleriyle ne diye uğraşırsın?” diyenlere imamlığın sadece camiyle sınırlı olmadığını, hayatın her kısmında öncülük yapmak gerektiğini söylerdi. On dört yıl boyunca kar kış, köy kasaba demeden kim çağırdı ise oraya koştu Abuzer Hoca. Dibek dövmekten hayvanların aşılanmasına, kan davalarının bitirilip sınır davalarının sulha bağlanmasına kadar ihtiyaç duyulan her yerde o vardı. Bütün bu koşuşturmaların yanı sıra akademik kariyerini de ihmal etmemişti. Fırat Üniversitesinde din eğitimi alanındaki doktorasının da neredeyse sonuna gelmişti. İkindi namazı sonrası mutat olduğu üzere cemaatten bir grupla cami avlusunda şadırvana dönük otururlarken müezzin Abdülhâdi Efendi, Abuzer Hoca’ya sitemde bulundu: “Demek bizi bırakıp kalabalık şehirlere gideceksin ha Abuzer Hoca’m? İstanbul, Ankara Abuzer Hoca gibilerini belki bulabilir ama Elâziz’in Ağın’ı bir daha nerede görsün Abuzer Hoca’yı?”

Sağlı sollu oturanlar başlarını sallayarak Abdülhâdi Efendi’nin sitemine iştirak ettiler. Cemaatin en müdavimlerinden olan Tahsin Ağa lafa girdi: “Hemi de Seydişehir dururken mezreyi terk edip usulcanah ta İstanbullara gidermişsin?”

Abuzer Hoca söylenenlere üzüldüğünü belli etmemeye çalıştı. Yerden bir şeye uzanır gibi yapıp gerisin geri doğruldu. Bu ayrılma meselesini kesinleşinceye kadar hiç kimseye söylememişti. Nasıl olup da bu haber cemaatin kulağına ulaşmıştı? Buna bir anlam veremese de işin doğrusunu söylemekte fayda vardı. Cemaatten her yaşta sıralanmış oturanların yüzlerini süzerek karşılık verdi: “A benim baboşlarım, gül yüzlü gakgoşlarım, söyledikleriniz nasıl yüreğimi yakmıştır bir bilseniz. Buraya nasıl siz çağırdığınız için gelmedimse buradan da siz kovduğunuz ya da ben sizden bıkıp yorulduğum için gidiyor değilim. Yol buraya kadarmış, söz buraya kadar. Sizleri yalavuz bıraktığımı mı sanırsınız? Size anlattığım, içinde hakikat olan her bir şey sizi yalavuz kalmaktan koruyup kurtaracaktır. İnsan cehalet ve karanlıkta kaldığı zaman yalavuzdur. Asıl ben bundan sonra kiminle horata edeceğim? Diyesin sizi ösgediğimde cıncıh sufatınızı kim eşgere ede?”

Abuzer Hoca konuşurken kullandığı Elâzığ ağzıyla etrafındaki gruba ne kadar kendilerinden olduğunu söylemeye çalışıyor gibiydi. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Gruptakiler hocalarının kalbini kırdıkları duygusuna kapılmış olmalılar ki müezzin Abdülhâdi Efendi hariç hepsi başlarını önlerine eğdiler. Abuzer Hoca meramını ve de maksadını daha geniş anlatarak bu mahcubiyeti fırsata çevirmek istedi. Bu kez hutbede konuşur gibi konuştu: “Aziz kardeşlerim, Mevla nasip etti yolumu buralara düşürdü ve beni sizinle tanıştırıp bahtiyar etti. Ömrümün en güzel on dört yılını burada geçirdim. Başka bir yere tayin falan istemiş değilim. İşlerimin yoğunluğundan dolayı imamet ve de hitabet görevini burada noktalayarak Allah kısmet ederse İstanbul’da galvaniz kaplama işine atılacağım. Ayrıca doktoram bitmek üzere, bir taraftan da belki orada bir üniversitede derse girebilirim.”

Müezzin Abdülhâdi Efendi etrafındakiler adına temsilen konuşuyormuş gibi söze girdi: “Azizim Abuzer Hoca’m, ya bir de çok para kazanırsan ne yapacaksın?”

Abuzer Hoca bu soruya ilk anda şaşırmış olsa da altında bir mesajın olduğunu anlamakta gecikmedi. Çünkü Abdülhâdi Efendi’nin üslubunu çok iyi biliyordu. Abdülhâdi Efendi karşıdan anında cevap gelmeyince sorularına devam etti: “Abuzer Hocam, ‘Yol buraya kadar.’ diyorsun, nereden biliyorsun, bunu sana yol mu söyledi? Ben bunca yıllık Yol Oğlu Hâdi’yim, böyle bir cümle kurmadım hiç. Yolun sonunu görmeden nasıl böyle bir hükme varabilir ki insan? İnsanın nefesi bitmedikçe, dizinin bağı çözülmedikçe yolu da bitmez.”