Ben yazarımdan asla kopamayan bir hikâye karakteriyim. Bakmayın böyle söylediğime o da benden kopamaz. Bunu biliyorum çünkü yaklaşık on dört buçuk yıldır birlikteyiz. Bugüne kadar dört öykü kitabının yanında onlarca dergide yüzlerce öyküsü yayımlanmıştır. Bu öykülerde yer alan karakterlerin yüzde doksan üçünde ben varım. Diğer yüzde yedilik kısımda da çocukları, ailesi, arkadaşları filan var işte.
“Hadi kurgusunda yer aldığın öyküleri biliyorsun, karakteri olmadığın öyküleri nasıl bilebilirsin?” diye bir soru sorabilirsiniz. Bu sizin en doğal hakkınız. Ama şunu söylememe izin verin lütfen: Bir hikâye karakteriyle karşılaştığınızda öncelikle sormanız gereken sorulardan biri bu değildir. Yine de böyle bir sorunun dolaştığı zihinlere bir cevap vermek isterim.
Ben bir öykü karakteri olduğum kadar iyi bir okurum da. O yüzden şu anda bile hangi kitapta hangi karakter var, çok iyi bilirim.
Yazarım, ki ben ona hep ismiyle hitap ederim, yazar Ferruh Virgülsever. Fakat bu yazıda onun herhangi bir dahli bulunmuyor. Bu yazı tamamen bana ait. Yani onun başkarakterine. Ama şimdi bu mesele üzerinde de durmayacağım. Bu yazıdan doğan tüm haklarımı ona devrediyorum. Zaten o da telif hakkı gibi meseleleri çok düşünmez. Telif demişken beşinci baskısı yapılmış kitabın ücreti gelmedi hâlâ. O, yayıncıya para işlerini falan da sormaz. Aslında paraya ihtiyacı da yok değil. “Kimin paraya ihtiyacı yok ki?” der her zaman. O yüzden bilirim, onun da paraya ihtiyacı var. Hem o baskının parası gelseydi de şu kredi kartının borcunu kapatsaydı, çok iyi olurdu. Böyle borç içinde olduğu zamanlar öykülerini farklı bir melodramla yazıyor. Beni de ağlatıyor. Yani hem karakter olarak ağlayan, sızlanan bir karaktere dönüştürüyor hem de ben bir okuyucu olarak ağlıyorum.
Adam işi biliyor çünkü. Burada bir şeyi ifşa etmemde bir sakınca olmaz diye düşünüyorum. Madem kalem elimde, istediğim şeyleri söyleme hakkı bende mahfuz. Yazar Ferruh Virgülsever, öyküleriyle ilgili okurlarının düşüncelerine çok önem verir. Tüm yazarlar böyledir sanıyorum. Ama bizimkinin en çok hoşuna giden yorumlar öykülerinin gerçekçi olduğunu ifade edenler. Bir okur söyleşisinde veya sosyal medya paylaşımında öykülerinin çok gerçekçi olduğu söylenince bizimkinin keyfi gıcır demektir. O gün herkese gülücükler saçar, mutluluktan yazmayı falan düşünmez. Hikâyeymiş, romanmış eline bile almaz. Belki birkaç şiir kitabı karıştırır. O da birkaç mısra okursa iyidir. O gün gökyüzünde uçan bir kuştur bizimki.
Aslında böyle mutlu günlerde yazması gerektiğini sık sık söylerim ona. Ama yazmaz. O yüzden benim olduğum öykülerde mutluluğun resmi pek çizilmez. Oysa hayat güzel. Güzel, biliyorum çünkü. Çocuklarını sevdiğinde, eşinin elini tuttuğunda, bir dostuyla muhabbet ettiğinde gözlerinin içi parlıyor bunu görüyorum. Bir insanın gözlerinin parladığı küçücük bir an bile varsa o hayat güzeldir, değil mi? (Bu sözü Ferruh Virgülsever’den almış olabilirim, o kadar da fiyakam olsun ama değil mi?)
Burada şunu da söylememe izin verin lütfen. Ben kıskanç bir öykü karakteriyim. Daha doğrusu kıskanç bir öykü karakteriydim. Ferruh Virgülsever’in benden başka hiçbir karakteri olmasın isterdim önceleri. Öykülerinde tek ben olayım. Her şey benim üzerimden yürüsün. Bazen bir gazeteci olayım bazen bir üniversitede hoca. Bazen bir fotoğrafçı bazen de ne yapacağını bilmeyen bir polis. Ne anlatmak istiyorsa benimle anlatsın istiyordum.
Önceleri bu fikir onun da hoşuna gidiyordu. Fakat bir süre sonra öykülerinde yan karakterler olması gerektiğine ikna etti beni. Bunun benim yerimin daha da sağlamlaşması anlamına geleceğini falan söyledi. Kabul ettim.
Evet, kurgularındaki tek karakter ben olmak istiyordum lakin kaliteli bir öykü için gerekli şartların oluşmasına da izin vermeliydim. Benim yazarım diye demiyorum ama Ferruh Virgülsever ikna konusunda da gerçekten çok iyidir.
Sonra benden başka ana karakterler de olması gerektiğini düşünmeye başladı. Onun zihninde olduğumdan ne düşündüğünü okuyabildiğimi söylememe gerek var mı, bilmiyorum. Uzun müddet bunu düşündü. Başka bir karakter üzerinden yazmaya başladığında ise beni yok saydı. Sesime kulak vermedi. Bu çok zor bir dönemdi benim için. Yok sayılmanın, değersiz bir karakter parçası gibi bir kenara atılmanın yükü benim için çok ağırdı.
Bunu çok uzun süre atlatamadım. Onunla tanışana kadar. Bir karakter olarak kalemi elime almamın sebebi de bu zaten. Ferruh Virgülsever’in benim yazmama izin veriyor olmasına şaşkınım. Çünkü kalemini seven bir yazardır kendisi. Hatta yazılarına dokunulmasını, en küçük bir imla değişikliğinin ondan habersiz yapılmasını istemez. O yüzden şu anda bu yazıyı yazıyor oluşum benim karakter tarihimde bir milat noktası olabilir.
Tabii şaşkınlığım bu fırsattan istifade etmememe engel değil elbette. Bu fırsatı kaçırmam için hiçbir şeyden haberi olmayan, öyküde dekoratif bir özellik taşıyan, betimleme yaparken köşedeki küçük sehpa gibi duran bir karakter olmam gerekirdi. Ama ben onlardan değilim. Ben Ferruh Virgülsever’in ana karakteriyim. Bazen beni yok sayıp benden başka farklı karakterlere yer verse de çoğu öyküde ismi değişen, göz rengi farklılaşan olayların başkahramanı yine bendim.
Kıskançlığımdan, her şeyin merkezinde olma isteğimden kurtulmamı sağlayan biriyle tanıştık. Tanıştık diyorum çünkü hem ben hem de Ferruh Virgülsever tanıştı onunla.
Şöyle olmuştu: Bir gün yeni bir öyküye başladı Ferruh Virgülsever. Zihninde planladığına göre biraz uzunca bir öykü olacaktı bu. Mağrur bir duruşla bekledim karakter olarak kimi seçeceğini.
Bu arada zihninde farklı birkaç karakter olduğunu söylememe gerek yok diye düşünüyorum. Kıskançlığımı yenmiş olsam da sevmediğim karakterlerle iletişim kurmamam gerektiği konusunda kesin fikirlere sahibim.
Bu uzun öyküde yer almam gerektiğini benden iyi biliyor olması gerekiyordu Ferruh Virgülsever. O yüzden benim kendimi göstermeme sebep yoktu diye düşünüyordum. Bununla beraber başka karakterlerin var olmasından bu yana yıldızımız çok da barışmamıştı yazar Ferruh Virgülsever’le.
Elbette düşündüğüm gibi oldu ve öyküyü benim üzerimden kurmaya başladı.
Mekân Ankara’ydı. Soğuk bir kış günü. Her zamankinden soğuk bir gün. Sabah saatleri. Kızılay yeni yeni kalabalıklaşıyor. Soğuk yüzümü yakıyor. Soğuk yüzümü kesiyor. (Soğuk kelimelerinden sonra virgül olması gerektiğini düşünür ve kullanırdı Ferruh Virgülsever. Fakat tanıştığımız kişi bu virgüllerin fazlalık olduğu, insanın fazlalıklarını atması gerektiği gibi yazıların da fazlalıklarından kurtulması gerektiğini düşünüyordu. Ben onunla tanıştıktan sonra kendimdeki fazlalıklardan kurtulmak için her şeyi yaptım. Bu yazının da sahibi bensem fazladan bir tane bile virgül kullanmayacağım.) Karakterim bu öyküde ne yapacağını bilmeyen bir yazar adayı. Üniversite yeni bitmiş. İş arıyorum. Sevdiğim bir kız var. O da beni seviyor, attığı mesajları ara ara okuyorum, oradan biliyorum. Evlenmek istiyoruz ama önce iş. Önce askerlik sonra iş. Sonra evlilik. Sırt çantamda birkaç öykümün olduğu bir dosya. Bir derginin bürosuna gideceğim. Ama çok erken. Evden neden bu kadar erken çıktığımı bilmiyorum. Ayağımda bir ağrı var. Evde uzanmaktan bıkmışım. Ev beni hapseden bir cendereye dönüşmüş.
Sıcak bir yaz gününde, bir Akdeniz memleketinde soğuk bir Ankara gününü tasvir eden Ferruh Virgülsever’in gerçeklikle bağını çözebilene aşk olsun gerçekten. Burada elbette onun yeteneklerinden, yetkinliğinden bahsedecek değilim. Yazdığı hikâyeyi de bir bütün olarak buraya aktaracak değilim. Sadece küçük bir girizgâh yaptım ki meseleyi tam olarak anlatabileyim. Ben Ferruh Virgülsever kadar yetenekli olamayabilirim yazma konusunda. Herkes kendi işini güzel yapsa yeter zaten. Ben bir öykü karakteriyim ve bu konuda gerçekten işimi iyi yaptığımı düşünüyorum.
Burada yazar Ferruh Virgülsever’den biraz rol çalmış olabilirim evet, kabul ediyorum. Ama anlatmak istediğim mesele için bu şarttı.
Öykü Ankara bozkırı gibi sade ve tek renkte devam ediyordu. Aslında tam olarak Ankara’nın rengindeydi öykü; gri.
Büyük bir merak ögesi yoktu. Sıradan bir yazar adayının içinde bulunduğu koşulları gerçekçi bir dille anlatan öyküydü. (Böyle söyleyince öyküyü kötülemiş gibi oldum ama Ferruh Virgülsever bana her zaman gerçekleri söylememi telkin etmiştir. Ayrıca öykü ile ilgili iyi veya kötü bir yorumda bulunmadım, sadece öykünün atmosferini aktarmaya çalıştım.)
Öyküyü bitirdiğinde Ferruh Virgülsever’in zihninin karmaşık olduğunu görebiliyordum. Öykü konusunda emin değildi. Ama yine de öyküyü daha önce beraber hiç çalışmadığı fakat ismini sıklıkla duyduğu bir editöre göndermek istediğini anladım. Çok zaman geçmedi, gönderdi.
İşte benim o editörle (beni dönüştüren, beni şimdiki ben yapan editörle) tanışmam tam olarak böyle oldu. Aradan birkaç gün geçtikten sonra o editör öykümü okumaya başladı. (Öykü, aslında Ferruh Virgülsever’in ama ana karakteri ben olduğum için öykümü diyorum.)
Ben yazar Ferruh Virgülsever’den başka bir okuyucu (her yazar kendi yazdıklarının ilk okuyucusudur) ile karşılaştığımda uyku hâline geçerim. Yok sayarım okuyucuyu. Karakterimle ilgilenmesini elbette isterim. Ama kendini göstermeye çalışan çiğ bir karakter de olmak istemem doğrusu.
O editör öyküyü okumaya başladıktan bir süre sonra bana seslenmeye başladı. Önce anlamadım. Bana seslenmesi mümkün değil diye üzerinde durmadım. Zaten bugüne kadar yazar Ferruh Virgülsever’den başka kimseyle konuşmamıştım. Böyle bir şeyin mümkün olmadığını düşünüyordum. Ama o ısrarla seslenmeye devam ediyordu. “Oradasın biliyorum.” diyordu sürekli. Bir süre sonra satır aralarından başımı hafifçe dışarı çıkardım. (Tabii bunun somut bir olay olmadığını söylememe gerek var mı bilmiyorum.)
Beni görünce gerçekten gülümsedi. “Yazarını daha önce okumuştum senin.” dedi. Buna ne cevap vereceğimi bilmiyordum doğrusu. Benim yüzüne bön bön baktığımı görünce “Yani tanıyorum seni.” diye devam etti. Yüzü, sözü öyle sevecendi ki içimdeki tüm tedirginlikler bir anda kayboldu.
“O zaman Ferruh Virgülsever’in başkarakterinin ben olduğumu da biliyorsunuz?” dedim. “Sizli bizli konuşmaya gerek yok. Ve evet biliyorum tabii. Fakat senin bilmediğin bir şeyi de biliyorum.” dedi.
Doğrusu ilgimi çekmeyi başarmıştı. “Nedir?” diye biraz yüksek tonda sormuş olmalıyım ki gözlerini biraz açtı, şaşırdığını belli ederek. “Sen de biliyorsun ki yazarının üslubu, kurgusu çok iyi. Ama doğruyu söylemek gerekirse karakterlerinde bir sorun var.” dedi.
Bu doğrudan bana yapılmış bir hakaretti. Çünkü yazar Ferruh Virgülsever’in ana karakteri çoğu zaman bendim. Yine de cümlelerinin devamını büyük bir merakla bekliyordum.
“Karakterlerinin, öykülerinin genel özelliği ne biliyor musun? Bilmiyorsun tabii. Yalnız kendini düşünen, çevresini göremeyen, çevresini anlatmayan, kendi merkezinden kopamayan karakterlerden oluşuyor öyküleri.”
Sesi, harfleri öyle sevecendi ki beni tam yüreğimden yakalamıştı. Aslında söylediklerinin hepsi doğrudan benimle ilgiliydi. Ferruh Virgülsever’in tek bir suçu yoktu. O yüzden editörü büyük bir merakla ve istekle dinlemeye devam ettim. O ince ince dokunuşlarıyla beni kıskançlıklarımdan, fazlalıklarımdan kurtardı.
Ona bir karakterle nasıl konuşabildiğini sordum. O da “Eğer yürekten konuşursan seni dağlar taşlar bile duyar. Manaları olan kelimelerin, cümlelerin, öykülerin duymaması ne mümkün?” dedi. Haklıydı. Yüreğinden konuştuğunu hissetmeseydim onunla konuşmayacağımı düşündüm o anda.
Yazar Ferruh Virgülsever’in gönderdiği o düz öykü onun küçük uyarılarından sonra harika bir metne dönüşmüştü. Beni ben yapan da onun o dokunuşları oldu.
Bu yazıyı da onun o küçük dokunuşlarına bir teşekkür mahiyetinde yazmak istedim. Çünkü öyküm üzerinde çalışmasını bitirip Ferruh Virgülsever’e gönderdiğinde yazarım “Bütün virgüllerimi silmiş.” diye ünlemişti.