Sevgili okur.
Bu yazıyı deniz kenarında kaleme alıyorum. “Oooo Hocam, tatil modu ha, güzel!” dediğini duyar gibiyim. Deme! Gazze böyle alev alev yanarken, Doğu Türkistan için için kavrulurken, Bangladeş sel sularıyla mücadele ederken, kötülük çıtayı artık nereye kadar yükselteceğini şaşırmışken, şeytan kötülerin şerrinden pabucunu ters giymiş, son sürat takipçilerinden kaçmakta iken bu yaz hiçbir yolculuk durumuna “tatil” diyemedim ben, kendi derunumda da zahirimde de. “Kısa dinlenme, küçük bir mola” gibi durumu masumlaştırmaya çalıştığım isimlendirmeler yaptım ki zihnin, kalbin, hayatın kavrulan kısımları çok da fazla görünmesin. Gönlüm ağzımdan çıkanı duyunca diken diken olsun da hem yaşananları hem yaşananlar karşısında benim verdiğim tepkiyi normalleştirmesin diye. Neyse, bu bahis uzar gider, biz sahile dönelim yine.
Güneş biraz önce doğdu, ışıkları pembeleşmeye ve karşı sahilde, tren vagonu gibi sıralanmış evleri çok tatlı pembe, kırmızı, turuncu tonlara boyamaya başladı bile. Uzun ve geniş bir kumsalda öylece oturuyorum. Sıradağlar eteklerine dizilmiş binalarla denize doğru bütün haşmetiyle uzanıyor sağ ve sol taraftan, tam karşımda ise ufuk çizgisi var. Dalgalar parmak uçlarımla kovalamaca oynuyor. Ara ara rüzgârın şiddetlenen sesi, martıların kahkahaları... Devasa palmiyeler, salkım söğütler, sabah yürüyüşüne çıkmış köpekler… Anlayacağınız harika bir sabah. (Hadi, siz de bulunduğunuz yerin doğal güzelliğini gözünüzün önüne getirin de yazının ruhuna iyice nüfuz edin.) Dergimizin ekim sayısı yazının taslağı zihnimde, hatta teknolojik destek alarak az önce bir yandan yürüyerek ilk cümleleri yazdırmışım bile. Ancak güneş, deniz, dağ, gökyüzü ayetleri (Hatırlayalım, Kur’an bütün bunlara ayet adını takmıştı; Rabb’in kudretine, merhametine, hep insandan yana olan tercihine işaret ettiği için.) toplaşıp bambaşka bir ayeti fısıldayıverdiler kulağıma, “O konuyu sonra yazarsın yine ama şimdi biz buradayken içinde bizim de olduğumuz bu ayetle ilgili yaz.” diye ısrar ettiler, ben de onlara eyvallah dedim. Zaten ayetin orijinal metni de içimde çoktan tekrarlanmaya başlamıştı: “Beldetun tayyibetun ve Rabbun Gafûr!” Biraz daha öncesiyle alırsak ayeti: “Rabbinizin bahşettiği rızıktan yiyin ve O’na şükredin. Ne güzel bir belde, ne bağışlayıcı bir Rab!” (Sebe, 34/15)
Kullarına çok düşkün olan, onlara pek çok değer veren Rabbimiz, pek çok peygamber göndererek kulluğa davet ettiği Sebe halkına seslenmiş böylece. Çok bereketli topraklarda yaşayan Sebe halkı tevhide direnmiş bir hayli. Bir elleri yağda, bir elleri balda olunca bu değirmenin suyu nereden geliyor, bu değirmen nasıl dönüyor diye sormayı unutmuşlar. Allah da bir anlamda hayatın özünü onlara formüle edivermiş böylece. Yaşadıkları yer zaten çok güzel, e Yüce Allah zaten bağışlamak, ihsan etmek için bahane arayan bir Rab. “Hayatı niye zindan edesin ki kendine?” diye sormuş kısacası. “Ye, iç, Rabbine şükret, kulluğunu yap, yürü geç git buradan, çok daha fazlası orada karşılayacak seni zaten.” diye hatırlatıvermiş.
(“Eee, hayat sana güzel tabii Hoca, anlattığın yerde olsam ben de bu hayat çok güzel diye yazardım.” dediğini duyar gibiyim sevgili okur, deme, günahımı alma!)
Hayatın özü, buradaki sürecimizin zemini işte bu, daha doğrusu buydu. Ama böyle mi oldu? Hayır, olmadı. Dünya ne güzel bir yer deyip ayeti okurken eş zamanlı gözümün önüne ayağa kalkacak mecali olmayan, üç dört yaşlarında bir oğlan çocuğunu gösteren video geldi; kırmızı tişörtü, tatlı, ufacık ayakkabılarıyla minicik bedeni sahile vuran Aylan bebek karşımda durdu; onların arkasında daha nice mazlumlar… Hakikaten biz, sabah önce Narin’in kaybolduğu, ardından da cansız bedeninin bulunduğu haberiyle güne başlamayabilirdik. Gazze’de bu gece kaç kişi öldürüldü merak etmeyebilirdik. Deprem tabiat olayıydı ama daha fazla kazanma/lüks bağımlılığımız olmasaydı, her seviyede, her türlü sorumluluğumuzu kuşansaydık yitirdikleri canları bir mezara koymak için hâlâ arayan, “Tek bir dişini bulsanız razıyım!” diyen insanların haberleri ile karşılaşmayabilirdik. Yol ortasında hiç uğruna öldürülmüş insan haberleri kahvaltı sofralarımızın misafiri olmayabilirdi. Kandırılmış, dolandırılmış tacize uğramış bunca insanın haberini sıradanlaştırmayabilirdi zihinlerimiz. Dünyanın adını bilmediğimiz yerlerinden iç savaş, zulüm, soykırım haberleri dolmayabilirdi belleğimize. Ama olmadı, başaramadık.