Edebî metinlerde çatışma yeterince övüldü. Kaosun, savaşın, aşkın ve tutkunun gerekliliği layıkıyla dile getirildi. Mitlerin, destanların, cenknamelerin, masalların, romanların, öykülerin o tumturaklı, o sarsıntılı, o muhteşem geçit törenleri boyunca hepimiz ikna olduk: Bir anlatının olmazsa olmaz unsuru çatışmadır. Dış çatışmalar, iç çatışmalar, fiziksel çatışmalar, psikolojik çatışmalar, entrik yapılar, ana düğümler, ara düğümler, gerilimler, karşıtlıklar, uyumsuzluklar kurmacayı kurmaca yapan, onu okur nezdinde itibarlı kılan hususlar olarak tahtlarına kurulduğuna göre şimdi ışıkları söndürüp kendi içimize çekilebilir, hayatın gerçekte ne olduğuna, insan hâllerini anlatmayı esas alan kurmacanın neleri ihtiva edebileceğine bakabiliriz.
İnsan sadece çatışma anlarında mı maskelerinden arınır ve bütün hakikatiyle ortaya çıkar? Sadece kriz ve sarsıntı zamanlarında mı ruhunun ve eylemlerinin sonuna kadar gider? İçsel ve dışsal çatışmalar olmaksızın, psikolojik veya toplumsal herhangi bir sürtüşmeye meydan vermeksizin kişioğlunun sade, sakin, sıradan hayatı insanlık trajedisi hakkında evrensel haberler barındırmaz mı? Yaşamın kriz ve sarsıntı anlarında ortaya çıktığı iddiasını sorgulayan Maurice Maeterlinck, Othello’ya özgü kıskançlığın hayranlık verici olduğunu teslim eder fakat itirazdan da geri durmaz: “Gelgelelim, bu ve buna benzer şiddette bir tutkunun pençesine düştüğümüzde gerçek anlamda yaşadığımızı düşünmek kadim bir yanılgı olmasın sakın?”1
Acaba gerçekten kadim bir yanılgı içinde miyiz? Modern kurmaca biraz okurun merak duygusunu canlı tutmak için biraz da geleneksel anlatılardan aşağı kalmadığını ispat etmek için kadrajına hareketsiz, çatışmasız insanı değil; olağanüstü çatışmaların ortasında kalan bireyi almıştır. Çatışma o kadar yüceltilmiştir ki bireyin teşekkülü için bile elzem hâle getirilmiştir. Bu arada çatışmayı hayatın merkezine koymanın “dar ve sosyal Darwinci bir bakış açısı” olduğunu söyleyen Ursula K. Le Guin’i de saflarımıza alabiliriz.2
Geleneksel edebiyat ile modern edebiyatın müşterek noktalarından biri olan çatışma, bu iki evrede sadece çatışma konularını değiştirmiştir. Mitlerde, destanlarda doğaüstü varlıklarla çatışan kahraman, modern eserlerde sınıfa, statüye, duyguya, psikolojiye, kültüre dayalı çatışmaların meydanında bulur kendini. Büyük aşkların, büyük ihanetlerin, büyük tutkuların, büyük kötülüklerin tecelli ettiği bu meydanı uzaktan seyreden zavallı okur ise hayatına hiçbir zaman uğramayacak olan bu tumturaklı olaylar karşısında, acaba anormal ben miyim, diye soracaktır kendine. Hesaplaşmalarla, entrikalarla, sorgulamalarla, büyük hadiselerle dolu bir romanı ya da öyküyü okuduktan sonra kendi hayatının tekdüzeliği karşısında memnuniyetsizliğe kapılmayanımız var mıdır gerçekten?
Ardından koşup görünür kılmaya çalıştığımız soru özetle şudur: Hayatında hiç nutuk atmayan, hiç kritik bir karar vermek durumunda kalmayan, hiç ihanet etmeyen, hiç ihanete uğramayan, doğup büyüdüğü kasabanın, mahallenin, muhitin içinde yaşayıp ölen sıradan insanın hayatındaki durağanlık, sahiden de kurmacaya konu olamayacak kadar alelade midir? Artık dünyada esamisi okunmayan “serim düğüm çözüm” klişesi hâlâ bu insana yaklaşmamıza, onun hayatında birkaç kez olsun muhakkak duyumsadığı o durağan bilgeliği kurmacanın merkezine oturtmamıza mani midir? Bir sabah kahvaltısında çilek reçelinin tadını, kokusunu derinlemesine hisseden bir çiftçinin bu hissediş anı, “giriş gelişme sonuç” gerektirmeyen, tek başına bir öyküyü ayakta tutabilecek yekpare bir tablo değil midir? Bu tabloyu değersizleştirmeye hakkımız var mıdır? Ya da okuldan eve, evden okula sürgit bir hayatın içinde öğrencinin, öğretmenin, servis şoförünün kaderini şekillendiren yeknesaklığı kurmacaya taşımak bizi insanın uzağına mı sürükler? Burada bazılarının, “İnsanın değil ama kurmacanın uzağına sürükleyebilir.” dediğini duyar gibiyim. Bu kişileri, kurmacayla insan arasındaki mesafeyi en baştan en temelden ele almaya davet etmekten başka elimizden bir şey gelmez.
Çatışmaya büsbütün haksızlık etmemeliyiz. İnsan ne kadar kıpırtısız yaşarsa yaşasın içinde kopan veya kopma potansiyeli bulunan fırtınalar, onu büyük ve gürültülü anlatıların kapısına (hiç yoktan bir seyirci olarak) sürükler. Nitekim Dede Korkut’tan Binbir Gece Masalları’na, Faust’tan Ruh Adam’a, Kırmızı Pazartesi’den Uzun Hikâye’ye aslında daima aradığımız, hayatımızda eksik olan aksiyondur, çatışmadır, kaostur. Ama öte yandan Tatar Çölü’nün Teğmen Drogo’sunun bekleyişinde de bizi cezbeden bir şeyler vardır. Beklemekte, durağanlıkta, sükûnette bizi çeken, bizi okşayan nedir acaba? Evet, çoğumuzun hayatı o büyük anlatılardaki kahramanların aksine sessiz sedasız geçip gider. Abdülhak Şinasi’nin, Sait Faik’in kıpırtısız, kıssasız, hissesiz kimi anlatılarında dil zevkinden fazlasına tutuluruz. Özetle çatışma kadar çatışmasızlık da bizi anlatır. Bizi anlatan metinleri kurmacanın uzağına iterken iki kere düşünmeliyiz. Çünkü kurmaca, bu köşede daha önce defaatle altı çizildiği gibi dili, duyguyu, monoloğu, bilinç akışını, denemeyi, imgeyi, mektubu, günceyi ve daha pek çok yöntemi kendi topraklarına ilhak etmiştir.
Maurice Maeterlinck, insanoğlunun gündelik hayatında, “büyük serüvenlerin trajedisinden çok daha sahici, çok daha derin ve hakiki” bir trajedi saklı olduğunu, hissedilmesi kolay ama gösterilmesi zor bu trajedinin benliğimizle daha uyumlu olduğunu ifade ettikten sonra sorar: “Daha kalıcı, daha saf sesleri duyduğumuz anlar yok mudur? Ruhunuz ancak fırtınalı gecelerde mi çiçek açar?” Hatta Maeterlinck biraz daha ileri giderek, insanın asıl trajedisinin büyük serüvenlerden, büyük ızdıraplardan sonra başladığını öne sürer.3 Bu, kurmacayla ilgilenen herkesin durup düşünmesi gereken bir savdır. Ya asıl öykü “onlar erdi muradına, biz çıkalım kerevetine”den sonrada saklıysa? Ya iki insanın vuslatıyla, dalgaların durulmasıyla nihayete eren anlatı, büyük bir hatayla bizi asıl trajediden, hikâyeden mahrum bırakıyorsa?
Has bir ressamın, Cimbrileri dize getiren Marius’u ya da Guise Dükü’nün katledilişini resmetmeyeceğini, zira zafer ve cinayet psikolojisinin iptidai ve istisnai olduğunu dile getiren Maeterlinck, büyük hareketlerin, şiddet eylemlerinin beyhude velvelesinin “insanların ve şeylerin çıkardığı o daha derin, ama aynı zamanda daha tutuk ve ölçülü sesi” bastırdığına dikkat çeker ve ekler: “Kırda kaybolmuş bir evi, koridorun sonunda açık kalmış bir kapıyı, hareketsiz bir çehreyi veya elleri resmedecektir artık ressam; bu basit imgeler hayata dair bilincimize bir şey ekleyebilir – ki bu da yabana atılacak bir lütuf değildir. Fakat trajedi kaleme alan yazarlarımız, tıpkı tarihsel resme takılıp kalmış vasat ressamlarımız gibi, eserlerinin odağını, tasvir ettikleri küçük anlatılardaki şiddete çevirir. Tecavüz, cinayet ve ihaneti vakayı adiyeden sayan barbarlara neşe verecek eylemleri tasvir ederek bizi de eğlendireceklerine inanırlar. Hâlbuki pek çoğumuzun hayatı kandan, çığlıklardan ve kılıçlardan uzakta akar. Bugün insanların döktüğü gözyaşları sessiz, görünmez, handiyse ruhsal bir hâle bürünmüştür…”4
Kurallar, bir hakikatin doğru, düzgün bir şekilde ortaya çıkmasına hizmet ederler. Ama söz konusu insan ve insanı anlatmayı amaç edinen kurmacaysa aynı kurallar bir hakikatin gölgelenmesine sebebiyet verebilirler. Bu sebeple dünya çapında edebiyatçıların azımsanmayacak bir kısmı genelde akademi tarafından dokunulmaz hâle getirilen kurallar ve sınırlarla mütemadiyen mücadele etmişlerdir. Örneğin bizde Edebiyat-ı Cedide dönemine kadar romana “büyük hikâye” denildiğini hatırlatan Abdülhak Şinasi Hisar, hikâye-roman ayrımına bile itibar etmeden, kurmacaya kural ve ölçü dayatanlara itiraz eder. Romanın uzunluğu ve kısalığı itibariyle de hiçbir ölçüye vurulamayacağını söyleyen Hisar, yazarların “eserlerini diledikleri gibi, yani daha doğrusu muhtaç oldukları gibi yazma” hakları olduğunu vurgular. Ona göre herkes kendi sesini duyurmaya, kendi tabiatını söylemeye hak sahibidir: “Romanın hiç bir umumi kaidesi yok, muayyen hiçbir tekniği yok, muhtelif tarzlarının maksat ve gayelerinde de birlik yoktur ve hatta denilebilir ki, menşei ve tabiatı bunların olmasına manidir. O tarihin, destanın, felsefenin, şiirin, ilmin, masalın bir mirasyedisidir. Arzuları günden güne artan, hudutları günden güne genişleyen ve her yeni deha ile kendine bir kıta, bir dünya, bir ilim daha keşfeden romanı, bütün şümulüyle anlatan bir tarif bulmak güç değil, imkânsızdır.”5
Evet, Hisar’ın ifadesiyle “arzuları günden güne artan, hudutları günden güne genişleyen ve her yeni deha ile kendine bir kıta” keşfeden kurmacayı ısrarla on sekizinci yüzyıldaki sınırlarına itmenin, ona duracağı yeri göstermenin sebebini anlamak doğrusu güç. Hele de bunun öykücüler, romancılar eliyle dayatılması anlaşılır şey değil. İnsanın mutat hayatının olağan hikâyesini, kurmaca evrenine dâhil etmek isteyen yazar, kurmacanın sınırlarını genişletmek uğruna aldığı riskin pekâlâ farkındadır ki bu yazar hayatın genelde gürültüsüz, genelde sıkıcı, genelde tekdüze aktığına inanabilir. Savaşların, çatışmaların, tutkuların, ihanetlerin istisna olduğuna kani olabilir. Ona göre belki de hayat bozkırda bir akşam vaktidir. Uzaktan gelen cırcır böceklerinin sesidir. O anlarda içimizde belirmeyen şeydir. Boşluk ve durağanlıktır. Ya da şehirde mutat alışkanlıklarına sımsıkı tutunup yaşayan insanın ezbere geçirdiği günlerdir. Kendine dönüp bakmadan, hiçbir hesaplaşmaya maruz kalmadan yaşanandır. Aklı başında bir edebî vasatta bu yazara karşı teorik zorbalığa kimsenin cüret edememesi gerekir.
Sait Faik, “Bardaklar”da tam da bu meseleyi öyküsünün merkezine oturtur. Anlatıcının sabahleyin erkenden kalkıp bir kır kahvesine gitmesiyle başlayan öyküde önce, “Dünyada hiçbir şeyden bahsetmeden yazı yazmak muhakkak kötüdür.” der yazar. Böylece edebiyat lortlarının muhtemel tacizlerine karşı ön alır tabiri caizse. Daha sonra vaktiyle bir mesire mahallinde gördüğü kır kahvecisini hatırlar. Onun kahvesine gitmek için insanların küçük bir hendekten atladığını, çamurlu patikadan geçtiğini, bir gün kahvecinin aklına buraya bir köprü yapmak geldiğini dile getirir: “Onun yaptığı bu garip güzellikteki köprüyü tarif edemeyeceğim. İnsan bir asma köprüyü, Mimar Sinan’ın dört kemer üzerine kurduğu bir köprüyü anlatabilir. Bu köprü anlatılamayacak kadar güzeldi. Yalnız şu kadar söyleyeceğim: Bu köprü birtakım ince söğüt, kavak dalları ve ceviz yapraklarıyla süslüydü. İnsan üzerinden değil geçmeye, elini sürmeye cesaret edemezdi. Bu köprü hiçbir şeyden bahsetmiyordu. Bir mevsimlik ömrü vardı. Ne Sinanlar, ne Mikelanjlar, ne Fidyalar gibi büyük ömürlü değildi. Fakat bir insan yapısıydı. Basit insanın içindeki güzelliğin ve güzel telakkisinin bir örneğiydi. Bu köprüde büyük, sağlam, demir ve putrel köprülerin insan kafasına ilk oturuşunun her şeyi vardı.” Anlatıcı tam burada “büyük camilerin, katedrallerin, heykellerin, abidelerin yanında” bu küçük kır kahvesine kurulan sade, basit köprünün yok sayılmayacak değerine dikkat çeker. Küçük şeylerin büyük anlatıcısı Sait Faik bu öyküsünde kendi yazı poetikasını da ortaya koyar ve “hiçbir şeyden bahsetmese de büyük çaptaki eserlerin iptidai ve basit temelleri bulunduğu” gerçeğini hatırlatır bizlere.6
Yazımıza Maurice Maeterlinck’in sorusuyla başlamıştık. Yine aynı bahiste onun evrensel manada hayatın ne olduğuna dair sarsıcı pasajıyla son verelim: “Lambanın altında öylece bekleyen, evinde hüküm süren bütün o ebedi yasaları bilmeksizin dinleyen, kapıların ve pencerelerin sükûtunda ve ışığın kısık sesinde ne olduğunu kavramaksızın mana arayan, ruhunun ve yazgısının mevcudiyetine katlanan, bu dünyadaki bütün güçlerin özenli birer hizmetçi gibi odasında hazır bekleyip her şeye göz kulak olduğundan bir an bile şüphelenmeksizin başını hafifçe eğen, yaslandığı küçük masayı uçurumun üzerinde asılı tutanın bizzat güneş olduğundan, gökte hiçbir yıldızın, ruhta hiçbir gücün kapanan bir gözkapağının veya doğan düşüncenin hareketine kayıtsız kalmadığından habersiz, koltuğuna kurulmuş yaşlı bir adam – işte bu hareketsiz yaşlı adamın, metresini boğan âşıktan, zafer kazanan yüzbaşından veya ‘namusunu kurtaran koca’dan daha derin, daha insani ve daha evrensel bir hayat sürdüğüne kani oldum.”7
Kaynakça
Maurice Maeterlinck, Gündelik Hayatın Trajedisi, Çev. Yunus Çetin, Dergâh Yayınları, İstanbul: 2022, s. 16.
Ursula K. Le Guin, Yazma Üzerine Sohbetler, Söyleşi: David Naimon, Çev. Özde Duygu Gürkan, Metis Yayınları, İstanbul: 2020, s. 40.
Maeterlinck, age., s. 13-15.
Maeterlinck, age., s. 15.
Abdülhak Şinasi Hisar, Kitaplar ve Muharrirler 3, Haz. Necmettin Turinay, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul: 2009, s. 40.
Sait Faik Abasıyanık, Az Şekerli, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul: 2018, s. 38, 39.