Tam bir yıldır Gazze’de insanlık dışı bir vahşete seyirci kalıyoruz. Tam bir yılda, Filistin üzerine yetmiş beş yılda yazılandan daha fazlası kaleme alındı. Ancak bu yazıların hatırı sayılır bir kısmında İsrail’i okuduk, bir kısmında ise onların zihnimize sinsice yerleştirdiği kelimelerle konuştuk. Sorunun muhatabı kanlı gözlerle yüzümüze bakarken kullandığımız kelimelerin ağırlığını fark etmeden “Filistin sorunu” diye şerh düştük makalelere. Filistinlilerin toprakları, özgürlükleri, hayatlarının çalınması yetmezmiş gibi kendi hikâyelerinde konunun odak noktası olma hakları da İsrail tarafından gasp edildi. Bu nedenle elime kalemi ilk aldığımda, önce uzun bir müddet düşündüm. Kelimelerin ağırlığı altında ezilmeden samimiyetimi kâğıda nasıl dökecektim? Ben bir öğrenciyim, bu hayatta şimdiye kadar yaptığım en iyi şey kana kana öğrenmek. Çözümü de böylece buldum. Geçtiğimiz bir senede Filistin ve toprağının haysiyetli halkından öğrendiklerimi anlatmayı Filistin halkına borç bilirim.
Filistin’den öğrendiğim ilk ve en önemli şey, direnmektir. Düşman seni dört bir yandan kuşatmışken, aldığın nefes hıçkırıklarınla tıkanırken, tüm varlığınla, tüm varlığın için direnmek. Yetmiş altı yılın biriktirdiği yaralara ve sesini duymayanlara inat hakikati haykırmak, seni görmek istemeyenlere inat daha çok var olmak, Filistinlilerin kendine çizdiği yol, seçtiği kader oldu. Bu yüzden Filistin bir kelime olsaydı, ona “mukavemet” derdim. Filistin’in tüm sembolleri direnişin izlerini taşır. Artık bir karpuz gördüğümüzde içimizden özgür Filistin nidaları atıyorsak bu içimize düşen direniş tohumlarının filizlenmesindendir. Adını bile duymaya tahammül edemeyenler sesimizi kısmak istediklerinde zeytinin ve limonun ülkesini anacak yeni yollar buluyorsak, bu her daim direniş yolunu seçen Filistinlilerden öğrendiklerimizin meyvesidir. Anahtarlar, çalınan topraklara geri dönüş inancının, gelincik çiçeği barışın ve zaferin sembolü olmuştur. Ülkenin endemik kuşlarından biri olan Filistin güneş kuşu dahi özgürlüğü simgeler. Çünkü güneş kuşu ne zaman şakısa özgürlük şarkıları söyler.
Filistin’in bana öğrettiği bir diğer şey hayatı sevmek, hayat dolu olmak. Ölümle burun burunayken bile içlerinde dipdiri bir yaşama umudu taşır Filistinliler. Yarına çıkacaklarının garantisi hiçbir zaman yoktur, ancak onlar geniş ve ferah bir gülümsemeyle hayata tutunmayı seçerler, ki hayata tutunmak da bir direniştir. Ölümü sırtına yük etmek yerine kendine yoldaş kılmak, ölümü unutmadan yaşamak yazıldığı kadar kolay değil. Peygamber Efendimiz’in, “Hiç ölmeyecek gibi dünya için, yarın ölecek gibi de ahiret için çalışın.” hadisinin insandaki tezahürü olmayı başarmışlardır. Filistinli bir arkadaşım bana, “Biz hayatı çok seviyoruz ama ölümden korkacak kadar değil.” dediği zaman emin oldum. Yaşamayı ne kadar severlerse sevsinler bu dünyanın debdebesinde kaybolmuyor, aksine yollarını daha rahat buluyor, daha sağlam adımlarla yürüyorlardı. Çünkü haritaları her daim ceplerinde ve ondan yana zerrece şüpheleri yok. Dünya üzerinde kendilerine dört dörtlük evler inşa ederler, ancak evlerin tuğlası salavattır. Düşman gelir evlerini yıkar ancak salavat zemini sarsılmaz. Kendilerine tekbirlerden demir kubbeler örerler. Çünkü “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.” bilirler. Evinin yıkıntıları arasından, sebze ekebilmek için toprak toplayan kadın ellerini sadece Rabb’ine açmıştır, duası bellidir: “Beni muhannete muhtaç eyleme.”
Filistinlilerden öğrendiğim bir diğer şey de birbirine kenetlenmektir. İnsan birbirine nasıl komşu olur, dost, kardeş olur, nasıl aile olur, bir senede çok iyi öğrendim. Ailesini kaybeden çocuğu hemen komşusu sarıp sarmalar. Dört değil, beş evladı vardır artık. Sert bir kaya sandığımız babalar evladını büyük bir şefkatle kucaklar, ölürken bile ellerini bırakmazlar. Ufacık boyuna bakmadan bir çocuk, koca bir tencere bulup ailesine yemek götürmeye çalışır. Yine yaşından erken büyümek zorunda kalan bir delikanlı, kardeşinin naaşını soğuk toprakta bırakmaya kıyamaz, sırtına yüklenip göçüne ortak eder. Filistinliler ümmet bilincine sahiptir, bu yüzdendir bize olan kırgınlıkları. Kardeş dediğin birbirine kenetlenir, birbirinin acısını derinden hisseder. İnsan kardeşini hiç bir başına bırakır mı? Bu soruyu kendine sorma cesareti gösteren Ayşenur Ezgi Eygi, Filistin davasını insanlık davası olarak algılamayı başarmış ve bu uğurda canını ortaya koymuştur. Doğru bildiğini söyleyecek cesarete sahip, hakikatin yanında ve haklı olanla kenetlenmiş bir yürek, geride geleceğe dair taze umutlar bırakır. Bu umutları yeşertip köklü zeytin ağaçlarına çevirmek ise dünyadaki misafirliği hâlâ süren bizlerin görevidir. Şehit şair Refaat Alareer’in şiirinde söylediği gibi: “Öleceksem eğer, bırak umut getirsin / Bırak bir masal olsun.”