Toplumların, kültürlerin, medeniyetlerin daima bir anlatı etrafında kendilerini şekillendirdiğini görüyoruz. Severken, inanırken, inşa ederken hatta yıkarken neden bir anlatıya ihtiyaç duyarız?
Çünkü gerçek bir anlatı, her şeyden önce bizim için siyasalı kurar. Diğer taraftan siyasal da sorumlu olduğu toplum için büyük bir anlatı kurmaya mecburdur. Aralarında böyle bir zorunluluk ilkesi vardır.
Bahsettiğimiz bu büyük anlatı dairesi çeşitlenir ve tüm yaşama yayılır. Anlamlı bir hayatın kodlarını büyük anlatılarda buluruz. Bu kodlar da yaşarken sürekli yeniden üretilir. Bazıları zamanla yerini başkalarına bırakabilir, yerlerine yeni anlatılar ve yeni kodlar gelir. Ama şunu biliriz ki bir toplumun çekirdeğini oluşturan, yaşama anlamını veren temel unsurlar tarihin boyunu aşan bir süreklilikle devam eder. Mesela, Vico’nun Homeros’la ilgili bir sözü var. Bütün Yunan tarihinin ve toplumunun bir kişiden, Homeros’tan ibaret olduğunu söyler. Neden böyle söylüyor? Bütün o anlatı ve kodlar onda bir şahsa bürünmüştür çünkü. Biz de Dede Korkut için böyle söyleyebiliriz mesela. Bunlar kurucu anlatılardır.
Kurucu anlatılar sadece tarihin dışında -meta history dediğimiz alanda- gelişigüzel bazı olayları aktarmaz bize. Orada söz gelimi İslam dünyasındaki erken dönem kelam tartışmalarına dair de bir veri sunar bize. Sorundan değil, ilmî tartışmadan değil ama kendi vardığı çözümden bahseder. Dolayısıyla bu tarz anlatılar bir mutabakat metni demektir aynı zamanda. İnşa ederken ve hatta yıkarken, severken, inanırken bu yüzden onlara ihtiyaç duyarız.
Modern dünya, bin yılların alışkanlıklarını yerinden etti. Meşguliyetlerimiz, ilgilerimiz, korkularımız, arayışlarımız değişti. Bu büyük değişim hikâyelere nasıl yansıdı sence? Neleri göz ardı etti, neleri görünür kıldı?
Neleri görünür kıldığı çok uzun bir cevap gerektirebilir ama neleri göz ardı ettiğine gelince hakikat denen olguyu görünmez kılmak için uzun bir süre canhıraş bir çaba sarf ettiği söylenebilir. Hikâye denince sadece kurmaca metinleri anlamamalıyız tabii ki. Sosyal bilimler de bir hikâye kurucudur. Pozitif bilimler de öyledir. İç içe işlerdir bunların hepsi. Bu bakımdan hakikat, sonsuz açıdan görünür yani aslında hiçbir açıdan tam olarak görünmez kılındı. Bu bizim okuduğumuz kurmaca metinlere de aynı şekilde yansıdı doğal olarak. Anlamın küçümsendiği ve hakir görüldüğü -edebî hiççilik diyebileceğimiz- bir model ortaya getirilip konuldu. Bu dünyaya kaybolan büyüsünü geri getirecek tarzda yazan metinlerde bile bu hiççilik kendine yer buldu.
Batı’da bir süredir ortaya çıkan bazı çalışmalar bu hiççilikten, anlamsızlıktan kurtulmaya çalışıyor. Ama insanı -en azından bildiğimiz insanı- merkeze alarak yapmıyorlar bunu. Bunun orada ve dünyanın geri kalanında anlatılan hikâyeleri nasıl etkileyeceğini de izleyip göreceğiz.
“İsyana Çağrı Mukaddimesi” adlı öykünde avukat, “Birinin çıkıp bir hikâye anlatarak dünyayı nasıl okumamız gerektiğini kulaklarımıza fısıldaması gerekir. Bir kişidir bu, çıkar ve değiştirir.” diyor. Öyle midir, dünyayı nasıl okumamız gerektiğini hâlâ hikâyelerden öğrenebilir miyiz?
Evet, kesinlikle. Hatta daha ileri gidip başka türlü öğrenemeyiz de denebilir.
“Allah’ın Casusu” ve “Dünyayı Başlarına Yıkacağız” öykülerin başta olmak üzere eserlerinde sömürü düzenine, kapitalizme ciddi eleştiriler var. Tam bu noktada sormak istiyorum: Bir edebiyatçı dünya görüşü ile sanatı arasındaki dengeyi nasıl kurmalıdır?
Kalıplara takılmadan, akıntılara kapılmadan soğukkanlı bir şekilde hakikatin peşinde olmalı. Hakikat, çalışan ve düşünen insana kendiliğinden bir denge de verecektir.
Biyografisi yazarın yazdıklarına ne ölçüde yansır? Buna karşı koymak mümkün müdür? Ve gerekli midir?
Bu, insanın hayatından ne şekilde beslendiğiyle ilgili bir mesele zannediyorum. Kendi hayatında olup bitenler onu aşıp taşıyorsa yazdıklarına istese de istemese de yansıyacaktır. Bu yansıma bir özdür zaten, dünyayı ve olup bitenleri kendi yaşadıklarından okur herkes. Başka türlüsü de mümkün değildir sanırım.
Her zaman tartışılan bir konudur. Çok fazla kitabı seri şekilde okumak mı daha iyidir, yoksa daha az kitabı dikkatle, tekrar tekrar okumak mı? Kendi okumalarından hareketle bu soruya nasıl cevap verirsin?
Çok okuyup, içlerinden bazılarına tekrar tekrar dönmek.
Kimse Kalmadığında Bunu Hatırla romanında yurt, aidiyet ve yalnızlık duyguları iç içe geçmiş şekilde kurgunun temel unsurlarına dönüştürülüyor. Var olmaya çalışan ama her şey elinden alınmış güncel bir kahraman görüyoruz. Güncel ve epik. Güncel olanla epik olan arasındaki dengeyi nasıl kurdun?
Bu dengeyi sağlayacak bir dile ihtiyaç vardı burada. Kitapta bu anlamda belirgin iki dil vardır. Biri nesnel, daha çok anlamaya çalışan, gözlem yapan, tarihe gidip bugüne gelen ve sonunda bazı tespitlerde bulunan; diğeriyse epik diye tabir edebileceğimiz iki dil. Sizin güncel ve epik diye bahsettiğiniz tabloyu oluşturan da bu ikisinin varlığıdır.
Bu roman millî mücadeleden günümüze doğru uzanan yüz yıllık süreçte geçiyor biliyorsunuz. Fakat bu yüz yılı oluşturan da geride yüzlerce yıl var. Kahramanın soylu ve önemli makamlarda bir karakter olması şart değil, basit bir adamın ardında da aynı yüzlerce yıl var. Kitap da tamamen bunu söylüyor zaten, bu basit adamın göründüğü ya da zannedildiği gibi basit biri olmadığını, onda bir derinlik olduğunu söylüyor ve o epik dil bu derinliğe inmemizi sağlıyor. Fakat indiğimiz derinlik söylediğim gibi bazen tarih öncesi bir zamana dayanıyor. Onu oradan alıp döküp saçmadan, üstündeki tozdan kurtarıp bugüne getirmek için bu kez daha nesnel, daha bugünde bir dile başvurmak gerekiyor. Bir tür kimyevi bir işlem gibi yani. Bu zamandaki geliş gidişler esnasında sizin bahsettiğiniz denge bu şekilde kurulmuş oluyor.
Roman farklı katmanlardan oluşuyor. Genç bir adam Hakkı; kim olduğunu anlamaya, kimliğini aramaya çalışıyor. Diğer yandan kitabın kendisi de kullandığı metaforlarla benzer bir arayış içinde. Adam kurulan yeni cumhuriyette kendini ararken kitap da bir şey arıyor gibi. Bir dut ağacı var mesela. Başlangıçta görüyoruz ve olaylar gelişirken arkada hep duruyor. “Meğer ol meydan ortasında hûb, Tarabıl ateş yanardı durup” dizeleri var örneğin, zaman zaman tekrar ediyor. Buna benzer tekrar eden bir örüntü var arkada. Bu ikisi birbirinden bağımsız değiller gibi, ne dersiniz?
Kimlik meselesi malum, evrensel bir mesele. Bizde de hiç bitmeyen bir tartışmadır. Cumhuriyet’in yüzüncü yılı beni bunu düşünmeye tekrar sevk etti. Bir adam üzerinden bir halkın da kim olduğunu ve bu yüzyılda neler yaşadığını sorma isteği…
Kimlikle, kim olduğunla ilgili bir sorunun, insanı en köke, en merkeze götüren bir yanı var. Bu da beni Orta Anadolu’ya götürdü. Ben Kırşehir’de doğup büyüdüm. Ama asıl etken bu değil. 1200’lü yılların ikinci yarısında, Moğol yıkımından sonra Türkçenin ve dolayısıyla Türk toplumunun yeniden kurulduğu yer burasıydı. Bugün de Yunus Türkçesinin kayda değer şekilde hâlâ konuşulduğu yer burası. Yani kim olduğunu arayan bir adam ve kim olduğu soruşturulan bir halk üzerineyse bu kitap bir kök ve merkez olarak burada geçmesi gerek diye düşündüm. Ve Türkçe dedim, hadi bize yol göstersin.
Bu yüzyıl seçkin bir aile üstünden ele alınabilirdi. Pekâlâ, İstanbullu ve pek çok siyasi, ekonomik gelişmenin yanında yöresinde bulunmuş bir aile üzerinden, bu ailenin üç kuşağı üzerinden bu yüzyıl oldukça renkli anlatılabilirdi. Bu da kendi içinde değerli olurdu kuşkusuz. Fakat bu başta sorduğum soruya yönelik bir çaba olmazdı, sadece o soruyu yeniden üretmeye yarardı. Ben tam aksine, on üçüncü yüzyılın ikinci yarısındakine benzer bir yıkım ve yeniden kuruluş evresine tanık olmuş, millî mücadeleyi yaşamış, cepheye gitmiş, bu ülke için savaşmış, sevdiklerini kaybetmiş ve sonra da dönüp kaldığı yerden hayatına, kendi gibi yaşamaya devam etmeye çalışmış insanı, yani bu ülkenin çekirdeğindeki insanı merak ettim.
O burada bir taşra insanı değil, tam aksine merkezde. Geceleri toplaşıp cenkname dinleyen, düğününde ve ölüsünde mevlit okutan, Karacaoğlan dinlediğinde duygulanan bu insan kimdir? Bu, çok fazla merak edilmeyen ama bana göre arkası arandığında sürprizlerle dolu bir insandır.
Savaştan sonra bu insan erken cumhuriyetle birlikte bir modernleşme rüzgârıyla karşı karşıya kaldı. Daha önce bu sorun İstanbul ve birkaç merkezde cereyan ediyordu. Şimdi aynı sorunla o da karşılaştı. Tek parti dönemi yaşadı, liberal döneme geçiş yaşadı, iki kez darbe yaşadı. Bunlar yakın tarih bilgileri. Acaba ötesinde ne yaşadı? Kitap bunu görmeye çalıştı.
Şimdi sorunun ikinci kısmına gelirsek; tıpkı Hakkı karakterinin kendi kişisel tarihine dair arayışı gibi kitap da kitaplar içinde, yani kurucu-kadim metinler içinde bir arayış hâlinde diyebiliriz. Kitap da kendi kökünü, onu var eden dilin ve düşüncenin kökenini aramaya çalışıyor. Karacaoğlan’ın, “Kim var imiş biz burada yoğ iken?” sorusundaki gibi. Ve bu anlamda bizim klasik metinlerimizin birinden yola çıkıyor kitap aslında. Bahsettiğiniz dut ağacı da dizeler de buradan geliyor.
Böylece bütünde, daha büyük bir arayış ortaya çıkıyor. Bir arayışın makro ölçekte başka bir arayış içindeki seyrine dönüyor ve ikisi birbiriyle iç içe geçiyor hâliyle.
Romanda bazı karakterlerin isimleri varken bazı karakterlerin kitap boyunca isimlerinin olmadığı görülüyor. Bazılarınınsa bir yerden sonra hatta sonlara doğru ismi geçiyor. Mesela, Hakkı’nın torunu böyle bir örnek. Öğretmen Hanım yine benzer bir örnek. Bunun bilinçli bir tercih olduğu açık. Sebebi nedir?
Şimdi bu soru, az önce bahsettiğimiz kitabın kendini arayışıyla ilgili bir mesele aslında. Kitap da kendi köklerine doğru, kadim metinlerle temasa geçtiği bir yolculuk içinde demiştik.
Bizim kadim metinlerimizden Dede Korkut’ta isim alma konusu biliyorsunuz temel unsurlardandır. Kişi, bir işin üstesinden gelir, kayda değer bir kahramanlık yapar ve isim alır. Bu isim, onun hem karakterinden hem de kaderinden ileri gelir. Hangi işin üstesinden geleceği ve nasıl bir kaderi olacağını öncesinde kimse bilemez. Metin ilerler ve hayatın olağan akışı, işlerin öncesi ve sonrası o kişiyi bir yere getirir ve yapması gerekeni yaparak isim alır.
Kur’an’a göre de isim konusu önemlidir. Ayette, Allah’ın Âdem’e eşyanın isimlerini öğrettiği belirtilir. Bir varlığın ismini öğrenmek, aynı zamanda onun bilgisine, nasıl bir karakterde olduğuna vâkıf olmak demektir.
Kitap, işte bu bahsettiğimiz Dede Korkut unsurunu alıp yeni bir yorumla kullanmaya çalışıyor. Bazı karakterlerin bu yüzden ismi yok, onları paylaşmıyor, çünkü isimlerinin bilinmesini gerekli görmüyor. Bazı isimlerse belli kırılma noktalarında ortaya çıkıyor, bir şey yapıyor ve kitap onların ismini artık bizimle paylaşıyor.
Ben bu unsurların yeni yorumlarla günümüze taşınması gerektiğini önemsiyorum. Düşüncemizin genleşmesi, kültürümüzün yenilenmesi biraz da bu unsurları bugüne taşımayla ilgili. Bu soruya, daha önce de şimdi de belki bu konu, yazan, düşünen daha genç arkadaşların kadrajına girer ve üzerine düşünüp çalışırlar niyetiyle cevap veriyorum.
Popüler söylem zaman zaman hakkaniyetten uzak bir biçimde, “bizden adam olmazcılık” yaklaşımına dümen kırıyor. Sen ise “Türkiye’nin, düşünce ve kültür birikimini önemsiyorum ben. İnsana yeni bir şey söylemenin burada mümkün olduğunu görüyorum.” diyorsun. Biraz açar mısın bunu?
Dünya üstünde bütün tarihsel ve güncel verileri göz önünde bulundurduğumuzda insanlık kapsamında söz söylemiş ve söz söyleme iddiası devam eden birkaç medeniyet var. Bunları herkes bilir. O sözlerden birinin içinde, Batı’nın dünyasında yaşıyoruz zaten. Diyorum ki bir söz söyleme imkânı burada da var. Hem tarihsel hem de güncel kaynaklarımız bize bu imkânın varlığını söylüyor. Sadece Ali Şir Nevai’nin, Şehname’den beri gelen meşhur hikâyedeki Hüsrev’i tahttan indirip yerine Ferhat’ı geçirmesi gibi bir işe, bir yola ve kendi birikimimize saygı duymaya ihtiyacımız var. Biliyorsunuz Hüsrev, hicret döneminde Hz. Peygamber’e saygısızlık yapmıştır. Türkçe bu saygısızlığı kabul edecek bir dil değildir. Sadece vaktizamanı geldiğinde iş bitirici adamlarını bekler. Nevai gibi bu insanlar geldiğinde, burada da bir söz söylemek yeniden mümkün olur.
Günümüz kültür, sanat, edebiyat ortamına baktığında sanatçıların klasik, kurucu eserlerimizle ne ölçüde ilişki kurduğunu görüyorsun? Kendi birikimimizle ilişki kurmanın, alışveriş içinde olmanın sanata, sanatçıya, insana, insanlığa katkısı nelerdir?
Bu ilişki insana kendi olma şansı verir. Özgür olma ve dolayısıyla erdemli olma da bu kendi olma durumuna bağlıdır. Kendin olmak açık bir zihin gerektirir. Açık bir zihinle, bu bahsettiğiniz kurucu metinlerle ilişki kurmayı ve kendini bugünde yeniden üretebilmeyi gerektirir. Türkiye’de maalesef bu ilişki zayıf durumda. Sadece edebî kamuda değil tabii, akademide de yeterince güçlü değil. Bu ikisi zaten, bu anlamda birbirini harekete geçiren ve besleyen alanlar. Bir tür yansıma durumu var. Ama çok uzak olmayan bir zamanda bu tablonun değişeceğini ümit ediyorum.