Onuncu Köy

Hasan Dağı’nın eteğindeki onuncu köyü kendisinin kurduğunu söylüyordu. Kovulmayı, dışlanmayı alın yazısı olmaktan çıkarmak için seçmişti bu yolu. Her gittiği yerde çile içinde bir hayat, inşa ettikten sonra tekrar başa dönüp gitmek zorunda bırakılması, sökülünce eskisi gibi olmayan yamalıklı hırkayı andırıyordu. Hepsinin bir dünya sınavı olduğunu bilse de zaman zaman çaresizlik hissederdi. Bu çaresizliği ise çıkış yolu olmadığına yormaz, kulluk gücünün yetersizliğinden bilirdi.

Kendi kurduğu köyde taştan yapılma tek odalı evi görenler, “Tek odalı eve tek cam yeterdi. Bu dört cam neyin nesi?” derlerdi. Oysa Hikmet hayata tek bir pencereden bakmak istemiyordu. Çünkü hayat tek yöne açılan bir pencere değildi ve bakış açısının genişliği belirliyordu anlamayı, yaşamayı…

Evin önünde bulunan ağaçtan oyma, tabela görevi gören yazı, gelen geçenlerin dikkatini çekiyordu. “İstediğini mi, İstediğimi mi?” sorusunu okuyanlar merak etseler de kimsenin durup bir “selamün aleyküm” diyecek fırsatı yoktu. Yetişilmesi gereken her şey yahut yetişilmesi gerektiğini düşünen herkes kendine bile geç kalmış insanlardı. Zaman, gelecekten gelenleri tüketmiş gibi geçmiş ve şimdiki zamanı yaşayanlara gözleri kan çanağı içinde üzülüyordu.

Hasan Dağı’na bakan camın altında Taşpınar dokuması, el emeği göz nuru kilimde oturan Hikmet, çiçeklerle konuşuyordu. “Diken de aynı dalda, gül de. Ey su! Hiç mi ayrım yapmazsın? Bak insan da sudan yaratıldı. Türlü türlü ayrımlar ve ayrılıklar icat etti. Ey su! Sen ayrım bilmezsen senden var olan nasıl bilir?” Garip soruların garip adamıydı Hikmet. Yere oturmasını özellikle severdi. Toprağa yakınlaştıkça ağırlığı artardı insanın. Kütle başka ağırlık başkaydı.

Zaman zaman çay başında neden kovulduğunu düşünürdü. Bir değil iki değil üç değil dört, beş, altı… Koca köy. Sorun ve sorumlu aramaz, icat etmezdi. Sonuçta her insan gerekçelerini kendi hikâyesine göre belirliyordu. Bunun yargılaması olamazdı. Fakat yine de bir doktor edasıyla kendince tanı koymuştu. Hayata farklı bakan farklı gören kişiler simetri hastalığına tutulmuş insanlar yüzünden dışlanıyordu. Gariptir ki dışlayan ve dışlananlar aynı gökyüzü altında yaşıyordu. Oysa rızkı Allah tarafından verilen insanoğlunun kavgaya sebep aramasına ve telaş etmesine gerek yoktu. Nasip belli, kısmet belliydi.

Yaşadığı dünyayı bütünüyle ele alan Hikmet, anlamanın, anlatmadan önce olmadan bu kargaşanın bitmeyeceğini düşünüyordu. Günlük çıkarların kişilerde neden bu denli mühim olduğunu düşündükçe şaşırıyordu. Bütün bir okyanusa sahip olunsa ne değişirdi ki insan yine testi ile doldurup bir bardak ile içecekti suyu.

İbrete ihtiyaç duyduğu zamanlarda yakın köylere giderek insan içine karışırdı. Çünkü her insan ibretti. Kimi yüksek ahlakıyla kimi hayvanları geride bırakan tutumuyla. Elinde iğde ağacından yapılma değneği ile gezen Hikmet’i çoban zannederdi görenler. O, güttüğü tek bir koyun bile olmayan bir çobandı. Geniş kadife pantolonunu giyme sebebine herkes gülerdi. Ancak o, elbise daraldığı için gönüllerin daraldığını ve kıskançlığın arttığını düşünüyordu. Melendiz Çayı boyunca sessiz sedasız yürüyen Hikmet bir ses duydu:

“Ne o Arıza, görünmez koyunları mı güdüyorsun?”

“Bilemedin kendimi güdüyorum…”

“Sana bir soru sormak istiyorum. Müsaade var mı?”

Hikmet’in vazgeçemediği ve vazgeçmek istemediği bir huyu vardı. Soruya asla tek celsede cevap vermezdi. “Soru, soru içinde cevaplanır.” düşüncesi ile hareket ederdi. Sorular, insanın kalitesini ortaya çıkaran bataklıkta açan bir nilüfer gibi bataklığı ve nilüferi birbirinden ayırırdı. Kişinin ne olduğunu yahut ne olamadığını anlatırdı. Kişinin ilerde olup olmayacağı ise gayba yazılmış bir gelecek zamandı. Yani Allah bilirdi.

Karşıya dönerek bağırdı: “İstediğini mi, istediğimi mi?”

Hikmet de biliyordu. İnsanlara istediği cevabı verirsen iyi, kendi cevabını verirsen kötüsün. Hakikati söyler isen eğrisin…