Kurumayan Mürekkep

Kahverengi bir toprak üzerine çizilmiş, geçen yılların tek şahidi olan kederli çizgiler… Biraz yaşlı ve biraz da kimsesiz… Dünya bu kadar zalim, sessizlikte sesini duyurmak bu kadar zor olmasaymış ya da âdemoğlunun vermesi gereken mücadeleler nihayete ulaşsaymış o kederli, toprak kokan yüze bu kadar çizgi, dünyanın kendine has kalemiyle çizilmeyecekmiş…

İhtiyarlaşan yüzün kırışıklıkları arasında yuvalanan gözler, kendisine her bir çizgiyi bahşeden dünyayı anılar perdesinden seyrediyordu. Az ötedeki fırından aldığı bir parça ekmek ellerini yakmıyor, aksine bu sıcaklık kimsesiz ihtiyara tarifsiz bir mutluluk veriyordu. Her hâliyle kimsesizliğini dünyaya ifade eden ihtiyarın ceketi ütülenmemiş, üstelik para kesesini koyması gereken iç cebi yırtılmıştı. Pantolonunun paçalarına adım attığı sokakların izlerini taşıyan tozlar, kim bilir kaç zaman önce yapışmıştı? Dıştan bakıldığında her hâliyle soluk renklerde görülebilecek ihtiyarı aydınlatan tek şey, ufalan parmaklarına taktığı eskilerden kalma gümüş bir yüzüktü. Kese kağıdına sarılmış sıcak ekmeğin arkasından dünyayı seyreden ufak buğulu gözler, yine düşüncelere dalmıştı. Parmakları sakince yüzüğüyle oynuyordu. Biraz sonra gözlerin buğusu elmacıklarından aşağı akıp gidecek; sıcak bir iki damlaya dönüşecekti. İhtiyar, eskilere ait bir çeviklikle bu damlaları saklayacak, yavaşça başındaki kasketini düzeltecekti. Bu soğuk kaldırıma da oturalı bir hâyli olmuştu. Titreyen elleriyle ceketinin cebinden eski bir köstekli saat çıkardı. Açtı. Kapattı. Bir miktar durdu. Sağa, sola baktı. Sonra da karşısına, bana… Pastanenin cam sınırlarına rağmen gözlerimiz bir an için buluşmuştu. İhtiyar hiçbir şeyin farkında olmadan kaldırımdan kalktı, topallayan bacağının ağır hareketleriyle yola koyuldu. Bense onu izlemiş olmaktan duyduğum garip bir utançla önümdeki kahveyi yudumlamaya çalışıyordum.

Bu pastaneye her gelişimde onun ağır aksak sokaklarda yürüyüşünü, pastanenin dünyaya açılan cam aynasından görürdüm. Mösyö Gabriel, bu ihtiyarın yıllar önce katıldığı bir harpte bacağını yitirdiğini, biçare hayatı içerisinde kimseye sesini duyurmadan ömrünü tamamlamaya çalıştığını anlatmıştı. Pastanenin sokağa açılan aynası, Mösyö Gabriel’e sokağın her bir detayını, sokağın ruhunu öğretmişti. Her sabah çıngıraklı kapısını aşındırarak içeriye girdiğim pastanede Mösyö Gabriel, beni güler yüzüyle karşılardı. Benden cevap alamasa da bitmeyen hoş sohbetiyle payitahtta gördüklerini, tanıdıklarını: “Küçük hanım, bakınız bu şehir…” diye başlayan cümleleri ve hiç değişmeyen heyecanlı ses tonuyla aktarırdı. Bense yalnızca dinlerdim… İyi bir dinleyiciydim ne de olsa.

Harbin acımasızlığı bu sokakta yalnız o ihtiyarı değil, nicelerini hayatın keşmekeş yüzüyle tanıştırmıştı. Ellerindeki şekerlerle şu ileride oyun oynayan çocuklardan kaçı harpte babalarını, ağabeylerini kaybetmişti? Her gün evlerinden çıkarken hayatın tüm sorumluluğunu yüklenmiş gibi geride kalanlara bakarlar; sonra çocuk ruhları, yaşıtlarını görünce dayanamaz ve birkaç saatliğine oynadıkları oyunlarla belki hayattan uzaklaşmaya çalışırlardı. Acıyı hissederdim tebessümlerinde. Babalarının kendilerine miras olarak bıraktığı hayat, onları körpe yaşlarında mücadele ettiren şeydi. Eğer o harpler yapılmasaydı, babalar vatan için canları pahasına fedakârlıklara girmeseydi, bu çocuklar da belki acısız tebessüm edebilirdi. Minik yüreklerine gizledikleri dertler olmadan hayatta yalnız çocuk olabilirlerdi. Silahlar çarpmasaydı… Bombalar patlamasaydı… Çiçekler bütün o griliğin içinde nefessiz kalıp solmasaydı… İşte o zaman onlar güldüğünde bütün bir sokak gülerdi. Onlarsa yalnız dizleri kanadığı için ağlardı.

Toprağa bulanmıştı çocuklar. Bulandıkları toprak ihtiyarın bulandığı toprakla aynı renkte değildi. Bu sokakta hiç kimsenin toprağı birbiriyle aynı renkte değildi ki… İhtiyarı da çocukları da kim bulamıştı toprağa? Eğer bu toprağın ciğeri yakan kokusunu bilselerdi yine de yaparlar mıydı harpleri? Sahi her insanın yüreğine merhameti yerleştirmemiş miydi Yaradan? Belki bu kokuyu duysalardı, yüreklerinde bir yerde geriye iteledikleri merhamet duygusu ortaya çıkardı.

Mösyö Gabriel, kahvemi tazelemek için koca cüssesi ve neşeli yüzüyle yanıma yaklaştı. “Küçük hanım!” dedi. “Az ileride oturan hanımın, ah monşer! Hani şu kocası subay olan, hani geçen ay Doğu’daki isyanı bastırmakla görevlendirilen, evet, işte o! Dün bir oğlu olmuş! Ah monşer..” Bense Gabriel’e yalnızca hafif tebessüm ediyor, kafamı iki yana sallıyordum. İyi bir dinleyiciydim ne de olsa…

Subayı Doğu’daki isyanı bastırmakla görevlendiren babamdı. Geri dönemeyeceğini babam da biz de görev aşkıyla yanıp tutuşan subay da biliyordu. Böyle babalar oğullara miras diye hayat bırakıyorlardı… Yüreğimin sızısı yalnız baba ve oğluna değildi. Doğu’yaydı. Ülkemeydi.

Doğu; yemişi, insanı, ruhu. Doğu; yeşili, alı, turkuazı. Doğu; ümmet-i Muhammed iklimi.