Elimizdeki kitapların yaka kartlarını bir anlığına söküp attığımızı varsayalım. Öykü, roman, deneme, şiir, yaşantı, hatıra, anlatı, biyografi, inceleme gibi açıklayıcı ibareler bulunmayan kitaplar karşısında ne hissederiz? Kafa karışıklığı mı? Tedirginlik mi? Özgürlük mü?
Türlerle terbiye edilen, okuma alışkanlığı türlerle çitlenen modern okurun böyle bir kitaplığa alışması şüphesiz ki kolay olmayacaktır. Çünkü modern okurun zihni, romanı roman, öyküyü öykü, şiiri şiir, denemeyi deneme olarak okumaya yatkın, daha doğrusu yatkınlaştırılmış bir işleyişe sahiptir. Bu tasnifçiliğin ardında zannedildiği gibi akademinin değil, yayıncıların imzası var. Genelde ticari kaygılarla kapağa yerleştirilen o küçük ibareler, meraklı okuru doğru yola kanalize etmek gibi basit, anlaşılır bir niyete yaslansa da türlerin çoğalması ile kitabın ticarileşerek kapitalist düzene eklemlenmesi arasındaki tarihî kesişimi düşününce insan işkillenmiyor değil. Kitabın ticarileşmesi, ürünü doğru pazara arz etmeyi esas alır ki bu akıl yürütme, metnin ne olduğuyla değil ne zannedilmesiyle ilgilenir.
Bu türden bir pazarlama tekniği satışları yükseltirken aynı anda yazarın entelektüel saygınlığına halel getirebilir. Fantastik kurgu, polisiye, gençlik yayını gibi pazarlama etiketlerine sahip kitaplar, bu alanda kalem oynatanların edebiyat otoriteleri tarafından küçümsenmesine, dışlanmasına ya da ikinci plana atılmasına sebep olabilir. Mesela dünya çapında bir okunurluk elde eden Harry Potter serisinin yazarı J. K. Rowling’in hiçbir zaman Nobel için zikredilmemesi bunun çarpıcı örneğidir. Fantastik kurgu türündeki kitapların elde ettiği büyük satış başarısı, yazarın entelektüel değerini haksız bir biçimde tartışmalı hâle getirmiştir. Ama öte yandan eserlerini kendi ifadesiyle “kurgu perdesini yırtma hırsı” ile ham nesir formunda kaleme alan Annie Ernaux, 2022 yılında Nobel Ödülü’ne, “kişisel hafızanın köklerini, yabancılaşmalarını ve kolektif kısıtlamalarını ortaya çıkarma cesareti” nedeniyle layık görüldü. Bildiğimiz roman anlayışının hayli uzağındaki bu metinlere Nobel verilirken dünyanın başka bir yerinde başka yazarların; aynı gerekçelerle susturulması, roman değil hatıra yazmakla, edebî metin değil ham metinler yazmakla itham edilmesi olasıdır.
Yayıncılar, çağın ve piyasanın koşullarına uygun davranarak türleri çeşitlendirme çılgınlığını sürdürüyor. Akademi de bu istifli bilgi ortamından hoşnut. Peki, biz munis okurlar, okuma yolculuğumuz boyunca bu yaka kartlarını ne kadar dikkate alırız? Eğri oturup doğru konuşalım, eğer eleştirmen değilsek veya türler arası geçişlerle ilgili bir makale üzerinde çalışmıyorsak sınır ihlallerini pek de düşünmeyiz. Sadece düşünür gibi yaparız. Okurken en nesnel metinleri bile kendimize özgü kılarız. Metni şahsileştirmek, iyi bir okurun olmazsa olmaz davranışıdır. İyi okur seçer, ekler, eğretiler, çıkartır, saptırır, indirger, benzetir ve nihayet anlatıyı kendine has kılar. Bunu yaparken bazen yanlış anlamanın bazen de aşırı yorumun sarp yolunu kullanır. İnsan duygusal bir varlıktır ve duygular dış dünyanın verilerini kendi yöntemleriyle işler. Örneğin Jean Paul Roux’nun Türklerin Tarihi’ni, S. Frederick Starr’ın Kayıp Aydınlanma’sını bir tarih kitabı olarak okurken akışın kurgusallığına kendini kaptıran romancı beynimizin gizlice devreye girmediğini söyleyebilir miyiz? Sanmıyorum. Herhangi bir coğrafya kitabını okurken bile muhayyilemizde sinematografik bir hikâye örüntüsü belirir. O hikâyeye bilgi birikimimizi, duygularımızı, gündelik meşguliyetlerimizi bulaştırırız. Bu, okurun salyasıdır ve entelektüel sindirim sisteminin esasını teşkil eder. Hafıza, bilgiyi bu sindirim sistemi sayesinde istifler, saklar, sahiplenir. Ve dürüst olmak gerekirse alabildiğine bireysel bir eylem olan okuma sürecinin bu aşamasında okuduğumuz metnin yaka kartıyla ilgili bir belirleyicilik gözlenmez.
Dünyada tarihçilerin, sosyal bilimcilerin başucu kitaplarından biri kabul edilen Direnmenin Estetiği bilindiği üzere romandır. Ama Peter Weiss, bu romanı yazarken kendinden önceki roman teknikleriyle yetinmemiş, türe bambaşka bir boyut kazandırmıştır. Kitabın yayıncısı türler ötesi bu durumu şöyle hülasa etmek durumunda kalmıştır: “Direnmenin Estetiği gerçekliğin verilerinden yararlandığı için belgesel ve tarihsel, yazarının yaşamına göndermeleri olduğu için otobiyografik, metne giren parçaları kendine özgü bir biçimde yorumladığı ve birleştirdiği için kurmaca, metinde belirsiz bir imkân olarak yansıyan bir kurtuluş fikri bıraktığı için ütopik, yandaşı olduğu dünya görüşü karşısında eleştirel olduğu için yeniden kurucu, kullandığı farklı anlatım biçimleriyle hem belgesel-gerçekçi hem gerçeküstücü, Batı kültürünün siyasi tarihi ve sanat tarihiyle metinler üzerinden tartıştığı için metinlerarası ve kültür birikimini yeniden yorumladığı için ufuk açıcı özellikler taşıyan çok katmanlı bir derya metin.”1
Yazara Vurulmak İstenen Zincir
Yirminci yüzyılda biraz da sanatın özerkleşmesi ve postmodernizmin yerleşik hâl almasıyla türler ve sınırlar tartışmalı duruma gelmiştir. Türlerin sınırlarını kutsal bir tapınağı korur gibi korumaya çalışanlara sorular sormaya devam edelim. Ömer Seyfettin’in Balkan muharebelerini ya da çocukluğunu anlattığı öyküleri bir çeşit hatıra da değil midir? (Bunların ne kadar iç içe geçtiğini anlamak için Tahir Alangu’nun Ömer Seyfettin romanına göz atmak ya da bizzat Ömer Seyfettin’in Balkan cephesinde tuttuğu günlüklerini okumak kâfidir.) Rasim Özdenören’in denemelerinde tadı damağımızda kalan hikâyeleri, anıları nereye koyacağız; öykülerinde zaman zaman şiire, düpedüz şiire inkılap eden, mısralara dönüşen anlatı katmanlarını hangi kategoriye dâhil edeceğiz? Sait Faik’in pek çok öyküsüne egemen olan fıkra muharriri üslubunu, bu üslubun öyküden öyküye aynı hassasiyetle sirayet edişini, başlayıp bittiği hâlde bir fikir beyanından öteye gitmeyen metinlerini öykü türünün dışına mı iteceğiz? Kaleminden kan damlayan Wolgang Borchert’in kısa öykülerinde şairleri imrendiren çarpıcı imgeleri şiirden ayıran nedir? İsmet Özel’in “Bir Yusuf Masalı”nın, Nazım Hikmet’in “Kuvayi Milliye Destanı”nın, Turgut Uyar’ın “Geyikli Gece”sinin, Sezai Karakoç’un “Taha”sının, Edip Cansever’in Ben Ruhi Bey Nasılım’ının buram buram Türkçe kokan, katman katman öykü anlatan, bazen epik bazen sade konuşan şiirlerini hikâyeden ayrı bir bağlamda mı değerlendireceğiz? Bitti mi? Bitmedi. Bitmez. Christian Bobin’in Eksik Parça’sı, Neşe İnsan’ı, Yerlerde Bir Aziz’i, Hayaletlere Duyulan Sevgi’si nedir, öykü müdür, deneme midir, şiir midir? Yoksa yayıncısının ifadesinden ilhamla “yapıtlarındaki küçük mucizeleri ve hayatın güzelliklerini yalvaçvari bir ses ile kurgu ile şiirsel söz arasında var etti.” demekle mi yetineceğiz?
Son yıllarda üst üste baskı yapan, âdeta Türk okuru için yeniden doğan Abdülhak Şinasi Hisar’ın romanlarını anılarından, anılarını romanlarından ayırt edebilir miyiz? Hele de onun, “Yazdığım şeyler hemen bütün hatıralarımdan ibarettir.” dediğini bilirken. Onun hatıra, anı türü olarak etiketlenen eserlerinin türün sınırlarını aştığını, romana doğru genişleyen bir mahiyet arz ettiğini söylemek yanlış mıdır? Sıkı bir Proust hayranı olan, bilinç akışıyla yazılan postmodern romanlara ilgi duyan Hisar’ın kitaplarını özenle yayına hazırlayan Necmettin Turinay, yazarın eserleriyle ilgili şu notu düşmekten kendini alamaz: “Dolayısıyla burada söylemek istediğimiz, Hisar’a dönük ‘hatıra yazarı’ nitelemesinin, Boğaziçi Mehtapları ile Boğaziçi Yalıları ve Geçmiş Zaman Köşkleri gibi eserlerin, asıl edebî metin değerini örttüğü hususudur. Yani demek istiyoruz ki onun bu üç eseri, bildiğimiz cinsten hatıra türünde birer eser olmayıp doğrudan doğruya roman veya hikâye, şiir gibi algılanması icap eden edebî birer metin örneğidirler.”2
Hisar’ın kendisi de türlerin, yayıncıların, eleştirmenlerin edebiyata vurduğu zincirlerden, neyin roman olup neyin roman olmadığının tartışılmasından fevkalade rahatsızdı. 1931 yılında Milliyet’teki yazısında dile getirdiği düşünceler, konuyla ilgili Türk edebiyatı için oldukça erken dönem farkındalığı barındırır: “Şu roman kelimesi üzerindeki bisud münakaşalar da ispat ediyor ki, zavallı insanları birçok kavgalara sevk eden hep kelime ihtilaflarıdır. Çok kere taraflar kelimelerin tefsirinde anlaşırlarsa, ortada kavga mevzuu kalmaz. Romanı birtakım vakaların, gene birtakım tahkiye usulleriyle hikâyesi addedenler, kendi kanaatlerine göre birçok kavaid vazına (kaideler koymaya) kalkışarak, esasen bu noktainazarı kabul etmemiş olanların eserlerine ‘iyi roman değil’, yahut sadece ‘roman değil’ diyorlar. Tıpkı vaktiyle ‘trajedi’nin tabi tutulduğu mekân, zaman vs. kuyuduna (şartlarına) benzeyen şeylere tabi sandıkları romana biraz edebiyat, şiir ve fikir karıştı mı, kendi kalplerinin hararetini, yahut fikirlerinin derecesini biraz geçti mi ‘olmadı’, ‘bu roman değil’ iddiasını serdediyorlar. Türk romanına geçirilmek istenen bu zincirler koparılmalıdır.”3
Türlerle başı pek hoş olmayan bir diğer isim Türk öykücülüğünde Ömer Seyfettin ile Sait Faik arasında duran usta anlatıcı Memduh Şevket Esendal’dır. Esendal, 13 Şubat 1950 tarihinde kızına yazdığı mektupta şu ifadeleri kullanır: “Ama yalnız bizde değil, başka yerlerde de hikâye nedir, nuvel nedir, roman nedir, kavgası bitirilmiş değildir. Eğer yazdıkların hoşa gitmiş, okunmuş ise, hikâye olmasa da okurlar. Adını da onlar ister koysunlar, ister koymasınlar, bana vız gelir! İşin doğrusu, yazılacak yazının ya özlü ya da hoş olmasıdır. Adı ne olursa olsun… Bizde hikâye vardır, fıkra vardır, kıssa vardır, nakil vardır, masal vardır, şimdi aklıma gelmeyen daha bir iki şekil vardır. Bunların yeni adları da yoktur. Eskileri de pek iyi hudutlandırılmış değildir. Biz, bunların hepsine birden hikâye diyoruz. Ama, mutlaka hikâye yazmak gerekmez. İş yazmaktır. Hikâye olmaz da nakil olur, mesel olur. Ne çıkar? İş ki düşünülsün, sonra yazılsın. Hikâye olmaz da onun benzeri bir şey olur.”4
Zincirleri Kırmak Mümkün mü?
Esendal’ın dediği gibi türler yazara vız gelir, gelmesi icap eder, çünkü asıl olan daima yazmaktır, yazma tutkusunu yazma mühendisliğine kurban etmemektir. İyi bir yazar türlerin sağa sola buyruklar saçmaya devam eden köhne tapınağına değil, kendi muhayyilesinin ölçüsüzlüğüne, kabiliyetinin ufkuna sadık kalır. Bu sadakat, türde kararsızlık gerektiriyorsa kararsızlığa, bilinçsizlik gerektiriyorsa bilinçsizliğe, özgünlük gerektiriyorsa özgünlüğe yaslanır ve bunun hesabını kimseye vermez.
Bir ara soru: Gerçekten bir yazarın türleri umursamadan yazması mümkün müdür? Zihni büyük ölçüde sınırlara riayet eden kitaplarla dolu bir edip bildikleri karşısında ne yapacak, nasıl özgürleşecektir? Kaldı ki o, okur denen muhayyel varlığın gözünü boyamak, ilgisini çekmek, gönlünü fethetmek için uğraşmaktadır. Okur ise tedrisat ve klasik eserler marifetiyle her an türlerin gerekliliğine gönül indirebilecek, “İyi ama nedir bu okuduğum?” diye sorabilecek, sorusuna bir cevap bulamayınca yazarı küçümseyecek bir cürete sahiptir.
Modern öykü yönünü insanın içine döndüğü günden beridir aslında hikâyeyle ilgili bütün kuralları alt üst etti. İnsanın içinde derli toplu, açık, anlaşılır bir serüven geçmediğinin anlaşılması biraz da psikolojinin yardımıyla oldu. Yaşamımızın davranışlara yansıyan kısmı hikâye edilebilirdir ama bir insanın gözlenebilir yanının insanın kaçta kaçını temsil ettiğinin cevabını bulmak için herkesin kendi içine, aynaların göstermediği haritaya, göğsünün içinde gezdirdiği niyet ve duygulara bakması yetecektir. Orada savaş, barış, aşk, öfke, umut, karamsarlık, tarih, bilgi, yargı, şiir, masal, his iç içedir. Orada sınırlar silikleşir, türler anlamını yitirir. Mesele bu özgürlüğün önce farkına, sonra tadına varmaktır. Yazar bu aşamada önemli bir karar vermek durumundadır. Yayıncıların, editörlerin, eleştirmenlerin, akademisyenlerin ve elbette işgüzar okurun cansiperane bir biçimde savunduğu sınırları görmezden gelerek o büyük riski alabilecek midir alamayacak mıdır? O büyük riskin ardında tür icat etmek gibi bir muzafferiyet de olabilir, kimseye kendini anlatamadan yitip gitmek de. Bir yazar türlerin tapınağına şirinlik ederek birkaç basamak tırmanabilir. Ama elde ettiği basamaktan dönüp uzaklara, özgürce koşan yılkı atlarına baktığında daima içi burkulacaktır. Unutmamalı ki türler, büyük sanatçıların, yılkı ruhlu yazarların bakış ve algılarıyla ortaya çıkmıştır. Genç bir yazarın, türlerin sınırlarını, kurallarını bilmesi fakat kalemini onlarla bağlamaması gerekir. Aksi durumda kendini yeni yollar açmaya, yeni türler kurmaya götürecek avangart, kreatif kabiliyetlerine ihanet etmiş olacaktır.