Şehrin her yerinden görülebilen ihtişamlı kubbeye doğru daldı gitti gözleri… Nasıl da muhkem bir kale gibi bütün şehre sadece orada durarak hükmedebiliyor, diye içinden geçirdi. Sadece bu şehre mi? Onu görmek için seyyahlar rotalarını illaki bu güzergâhtan geçiriyorlar; âlimler denizaşırı ülkelerden sırf orada bir meclis düzenleyebilmek için yola çıkıyorlar; talebeler onun görkemli sütunları etrafındaki bir halkaya dâhil olabilmek için aylarca süren rihleleri göze alıyorlardı. Neticede bu kadim mabedin o efsunlu havasından teneffüs eden her fâni gibi nedenini bilmedikleri bir aidiyet hissiyle ya revakların gölgesinde ya da şadırvanın serinliğinde ortamı temaşa ederken kendilerini buluyorlardı. Hele her sabah namazı sonrasında toplanan olağanüstü kalabalığın Kur’an’ın yedide birini okuduğu anlara veya her ikindi sonrasında sütunları çevreleyen hadis meclislerine veya her akşam namazı sonrasında toplaşan dervişlerin coşkulu terennümlerine ortak olmuşlarsa Şam Emevi Camii’nden ayrılmak daha zor bir hâl alabiliyordu. Tıpkı şu anda uzaktan da olsa gözlerini ondan alamayan Zehebi gibi…
Kim bilir kaç zamandır bu pencerenin kıyısında böyle dalmış beklemekteydi? Ansızın kulaklarına dolan şehrin uğultusuyla kendine geldi. Alnını daha da kırıştırıp sakalını sıvazladı ve neden sonra aklına gelen bir şeyi hatırlamanın verdiği hayıflanmayla telaşla abdeste yöneldi. Birazdan talebeleri gelmeye başlayacaklardı. Onlardan evvel namazını kılıp ders malzemelerini hazırlaması icap ediyordu. Suyun verdiği ferahlıkla kendine geldi, pek de âdeti olmadığı üzere kerahete yakın bir vakitte namazını eda etti. Her zamanki gibi ikindi namazı sonrasında kurulacak olan hadis meclisi için öğrencileriyle sözleşmişti. Sözleşmişti ancak kütüphanesine yönelip derste okuyacakları kitabı eline aldığında karşılaştığı manzara onu derin düşüncelere sevk etmişti.
Eline aldığı nüsha, ilk rihle duraklarından biri olan Kudüs’te istinsah ettiği bir hadis cüzü idi. Kudüs, bütün asaletiyle onu kucakladığında, içinden peygamberlerin geçtiği her şehir gibi onda da evindeki huzuru hissetmişti. Yirmili yaşlarını henüz geçtiği, babasının uzak beldelere seyahat etmesine izin vermediği dönemlerdi. Bu nedenle dört ayı geçmeyecek uzaklıkta olan daha yakın beldelere, Dımaşk, Ürdün, Lübnan ve Filistin’e yönelmişti. O zamanlar zinde bedeni ve genç dimağıyla kabına sığmayan Zehebi’nin hızını ancak üzerine titreyen anne ve babasının mukavemeti dizginleyebilirdi. Evin tek erkek çocuğu olan Zehebi, kuyumculukla uğraşan babasının yolculuklarını kolaylıkla finanse edebilecek imkâna sahip olmasına rağmen başlangıçta onu ikna edememişti. Bu yüzden kimi geceler sırtının ağrısı kendisini rahatsız edecek kadar kitap ciltleme işiyle meşgul olur, böylece rüyalarını süsleyen İslam şehirlerindeki halkalara biraz daha yaklaştığını hissederdi. Zamanla Şam, Ba’labek, Halep, Humus, Hama, Trablus, Nablus, Mısır, İskenderiyye, Basra, Maarra, Kudüs, Remle, Maîn, Kerek, Kahire, Bilbis, Mekke ve Medine gibi otuza yakın ilim merkezine seyahat etmeyi ve binden fazla hocadan ders almayı başararak “âlemin şeyhi” ünvanını elde etti.
Hava kararmış, öğrencileri dağılmıştı. Kandilin titrek alevi yüzünü aydınlatırken gözlerindeki tedirginlik daha da belirgin bir hâl almaya başlamıştı. Küçük adımlarla yine o görkemli kütüphanesinin önünde buldu kendini. Uzandı, bu defa hac yolculuğu esnasında Arafat’ta yazdığı bir nüshayı alıp sayfalarını gelişigüzel karıştırmaya başladı. Babasının vefatından bir sene sonraydı. Ne muazzam bir gündü, diyerek kendi kendine mırıldandı. Haccın coşkulu atmosferinde bir araya gelen muhaddislerden Arafat ve Mina’da hadis sema ettiği nüshaydı bu.