Doğayla hemhâl olmak ya da doğaya sadece kullanıma uygun alanlarıyla değil her hâliyle, huzurun bir parçası olarak sahip çıkmak yalnız modern zamanların icadı değildir. İnsan var olduğundan beri doğayı sevmiş ve onunla bütünleşmenin yollarını aramıştır. Sosyolojik, psikolojik veri kaynağı gibi okunabilecek en eski edebî eserler bunun şahididir. Ta Uygur metinlerine gittiğimizde bile bunun böyle olduğunu görmek mümkün. Söylendiği dönemde dinî içerikli kabul edilen ve tam bir terapi şiiri “Öyle Yerlerde”, doğa, insan ilişkisi konusunda mesajını kesin olarak verir: “Göğerip duran güzel dağlarda, gönle uygun tenha yerlerde. Sık ve yoğun söğütlüklerde ve köpürüp duran gölcüklerde. Göz başta bütün duyulardan sıyrılıp her şeyin görünür, bilinir gibi olduğu yerlerde. Hiçbir arzu beslemeden huzura ermeli, öyle yerlerde!”
Tarihî bilgilerle şairin işaret ettiği coğrafya bulunabilir. Fakat madem elimizde tuttuğumuz, ciddiye alıp çıkarım yaptığımız bir şiir var, “Benim öyle bir yerim neresidir?” diye sormak da hakkımız olsa gerek. Öyle yerleri aramak mı lazım yoksa gören gözün mahareti midir manzarayı böylesi güzel kabul etmek, diye düşünülebilir. Fakat doğa bu şiirde arzuların, hırsların işgal mekânı değil aksine bu muhteris duygulardan uzaklaşılması gereken, özgürleştirici bir unsurdur. Arzu, samimiyeti yok eder bilgisi, laedri şairin atalarından miras kalan kadim öğretisi olduğundan doğayı olduğu hâliyle sevmek ve onun sayesinde sükûta beklentisiz ermek ister.
Doğa, insanın hem misafir olduğu hem de asıl vatanı olan dünyalar arasında köprü gibidir. Türlü türlü renkleri, mis kokulu çiçekleri, şırıl şırıl akan dereleriyle hem mevcut düzenin sahnesi olur hem de öte dünya için imajları tazeleyip, zenginleştirir. Neyimiz yoksa isteriz ki gideceğimiz yer doğasında onu barındırsın. Ama ondan önce henüz yaşarken de ağaçlar, çiçekler, kuşlar bize hakikati fısıldasın.
Sözü, bu kulaklara kadar gelen birçok önemli divan şairi doğanın unsurlarını anlatmaktan kaçınmaz. Elbette simgesel anlatım yine işin içine girmiştir. Her mısradan bir başka mana çıkarmayı seven okurun da anlamın katmanlarındaki payı yadırganamaz tabii. Baki der ki:
Seni seyr itmek içün rehgüzer-i gülşende.
İki cānibde durur serv-i hırāmān saf saf.
Bu beyitlerde şairin derdi sevgiliyi anlatmak gibi okunur. Ceylan gözlü, selvi boylu, ayva tüylü sevgilice en beklenen övgüyle derdini dile getirmiştir de. Ancak yalnız adı geçen sevdiği midir mesele yoksa başka bir başkahraman mı vardır mısralarda çözmek lazım. Beytin verdiği bilgiye göre esas unsur belki bir dere belki bir nehir ya da ince sızı gibi süzülüp giden suyla canlanan ve sıra sıra dizilen ağaçlardır. Komuta edilmiş hâlde tek sıradır bunlar. Çünkü güzelliğinin her parçası doğayla anlamlandırılan sevgiliyi görmek ister bu ağaçlar. Şair burada kendi arzusunu değil ağaçların işgüzarlığını paylaşmak niyetinde gibi zannedilse de biliriz ki mahcubiyetinden samimi duygularını onlara yansıtmıştır. Alın size doğayla işbirliğinin en hâlisane örneği. Üstelik hem seven hem sevilen doğanın parçası olmuştur. Belki kendisi sevgiliyi görünce kafasını kaldıramadığı için ağaçları içten içe kıskanır bile. Sevgiliyse ne şairden ne selvilerden haberdar yoluna çeker gider.
Ağaç anlatılır da su olmaz mı şiirde? Fuzuli de içinde yanan bir başka sevgili özlemini, peygamber aşkını artık gözünün eriştiği her şeyde görmeye başlar.
Hāk-i pāyine yetem der ömrlerdür muttasıl
Başını taştan taşa urup gezer avare su
Şair öyle özlem doludur ki avareliği çağıl çağıl fokurdayan sular, seller gibidir. Doğada olağan bir süreç olan suyun meyle göre yön alışı onun hassas yüreğinde bambaşka şeyler çağrıştırır. Su, peygamberin toprağına kavuşmak, ona yüz sürmek için acelecidir. Şairse su kadar bile yolunu bulamamış talihsiz biçaredir. Bu garip ama ince zihinsel anlam katmanı aşkın hele ki peygamber aşkının ne kadar yoğun olduğunu göstermeye yeter.
Baki, Fuzuli veyahut her çağın farklı farklı şairleri… Adı bilinmiyor olsa da Göktürklerden, Uygurlara oradan divan şiirine ve modern şiire kadar doğa hep ana kaynaktır. İlginçtir ki yüzyıllar hızla ilerlemiş ama tüm ağırbaşlılığıyla doğa yerini -kayıpları olsa bile- korumuştur. Şairse doğaya bakmanın, ondan ibret almanın ve dahası onu kendine arkadaş bilip sırlarını onunla görünür kılmanın yolunu bulmuştur.