Çay

Dikkat ettim de en çok çayı seven insanları seviyorum. Sıcak buluyorum. Çay içmeyen, çayı sevmeyen insanlar soğuk geliyor bana. Tek kahveciler de çok alafranga gibi. Hem kahve hem çay içenler en iyisi. Necla tam benim istediğim gibiydi. Acayip çay içerdi. Şimdi Necla’yla olan anılarımızı düşünüyorum da elinde çay bardağının olmadığı tek zaman dilimi, ramazan ayıydı. İftarın olmasını dört gözle beklerdi çay içebilmek için.

Tamam, ben de çay içmeyi seviyorum ama bu kadar da değil. Necla’yla biz çocukluk arkadaşıyız. Aynı mahallede oturduk uzun yıllar. İkimiz de gelin olup gittik mahalleden. Hem de iki ay ara ile. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. Yapışık ikiz derlerdi bize. Kan kardeşi de olmuştuk. Gerçi şimdi hatırlıyorum da parmağımızın ucunu hafiften kesip kan akıtırken onun kanı hemen akmamıştı, belki de çok çay içmekten kansızdı. Zaten kireç gibi yüzü vardı. Çayı seven insanlar biraz kilolu olmalıymış gibi gelir bana ama Necla aksine çok zayıftı. Bir deri bir kemik derler ya öyle.

Bu Necla var ya bu Necla, ben size nasıl anlatayım bu kızın çay tiryakiliğini. Sadece kendisi içmekle kalmaz etrafındaki canlı, cansız ne varsa her şeye çay içirir, çay verirdi. Mesela çiçek solmuş, çay ver, hemen kendine gelir. Gözünde arpacık çıkmış, çayı pamuğa dök, koy gözüne, hiçbir şeyin kalmaz. Elin yandı çayı ez, bezin arasına koy, üstünde beklet su toplamaz. Eline kına mı yakacaksın, sıcak çayla yap bakalım kınayı nasıl da tutuyor… Böyle bir sürü çay reçetesi dağıtırdı etrafındakilere.

Çay içme partileri verirdi apartmanın önündeki ağacın altında. Güzel mekândı, biraz atıl da olsa iş gören eski masanın üzerine güzel bir sofra bezi açılır, etrafına da taburesini, minderini eline alan geldi mi şenlik başlardı. Konu komşu kim varsa gelirdi. Yemin billah, hiç yoksa dört demlik çay içerdik. Bir gün “Kız Necla, derdimiz ne bizim? Kolumuz kopuyor, o kadar çayı millete servis etmekten belimiz, başımız tutuluyor. Gel biz vazgeçelim bu çay buluşmalarından.” dedim. O da “Bu meretin tadı da böyle çıkıyor be!” dedi. Çayı tek içmeyi sevmezdi. Bir de değişik bir yöntem bulmuştu kendine. Şimdi değişik diyemiyorum zira artık hepimiz onun gibi içiyoruz çayı. Limonu ikiye böler, Erzurum küp şekerini batırırdı limona, suyunu çektirip şekeri atardı ağzına. Üstüne de çaydan bir yudum alır, “Oh, ya Rabbi şükür.” derdi.

Genç kızken ne konuşulursa biz kızlar da öyle şeyler konuşurduk, uzun saatler boyunca. Evleneceğimiz adamın hayalini kurardık nasıl biri olacak acaba diye. Boyunu posunu, kaşını gözünü, sesini, yürüyüşünü… Ne varsa tek tek sipariş verir gibi isteklerimizi sayardık. Necla’nın fazla bir beklentisi yoktu gelecekteki eşinden. Tek bir hayali vardı evliliğine dair: “Kocam çayı çok seven biri olsun.” Kocasıyla çay içeceği anların, zamanların planını yapardı: “Müstakbel kocam, sabah işe gitmeden erkenden kalkar suyu koyarım kaynamaya, su kaynayana kadar da kahvaltıyı hazırlarım. Ardından çayın yapraklarını önce yıkar sonra da karanfilli bergamotlu çay kokusunu salarım eve mis gibi. Huzurun tarifi bu bence kızlar, evdeki çay kokusu.”

Akşamlarını, hafta içini, hafta sonunu, yaz tatilini, kış ayını, baharları… Hepsinde kocasıyla yudumlayacağı çayların, muhabbetin hayalini anlatırdı bize tek tek. Normalde çok saçma ama Necla’yı bildiğimizden dikkatle dinlerdik anlattıklarını. Sırf çay sefası için bir mahalleyi

kapısına toplayan Necla, biricik eşiyle çay içmek için neler yapmazdı ki? “İnşallah bacım, inşallah. Allah ağzınızın çayını bozmasın.” diye gülüşür dualar ederdik.

Ve hepimiz sırayla baba ocağından uçtuk kendi yuvalarımıza. Çeyizler götürdük kamyon dolusu. Halı, battaniye, tencere, tabak, kaşık, çatal, bardak, lif, yazma, yelek… Necla da götürdü bunları ama onun çeyizinde bir şey daha vardı bizde olmayan. Çay. Kaçak çay, bergamot çayı, ilk hasat çayı… Sevdiği kaç çeşit çay varsa tek tek kurdelelerle süslemişti.

Şifa olsun dedi görenler. Ama olmadı. Bir insanın hayatı çay yüzünden kararır mı? Karardı. Kader, yazı! Nasibe bak ki bu Necla’nın kocası da hiç mi hiç çay içmezmiş. Meğer adam oldu olası çaydan nefret edermiş. Tabii bizim zamanımızda nerede öyle şimdiki gibi buluşmalar, görüşmeler… Seni bir yerde oğlan anası beğenir, anana babana haber gönderir, görücü geldikleri günle kız isteme gününü bir arada çıkarırlardı. Bir dahaki gelmeye de zaten yüzük takılırdı. Kızcağız da ne yapsın yüzükler takılırken gördüğü oğlana kalkıp da “Çay sever misin?” diye mi sorsun? Hadi sordu diyelim. Oğlan da “Yok sevmem.” dedi. Ne yapacak, yüzüğü mü atacak zavallı Necla?

Taban tabana zıt bu iki hasletin çatışmasını yıllarca yaşadılar. Çay içmiyor diye kavga eden, çay içmiyor diye hırgür yaşanılan bir evlilik duydunuz mu bilmiyorum ama artık duymuş oldunuz. “Tövbeler olsun bir yaşıma daha girdim.” diyebilirsiniz. Siz şimdi bu bilgi ile kaç yaşınıza girdiniz bilmiyorum ama Necla’nın hayatı 25 yaşında felce uğradı.