Batı’ya Sapmadan Modern Bir Edebiyat Mümkün Müydü?

Ne zaman Yahya Kemal’in şiirlerini okusam bugünkü şiirimize kendi geleneksel şiirimizden varabilseydik ne olurdu, diye düşünürüm. Biz kendi edebiyatımızı sürdürerek “modern” edebiyatımızı inşa etmedik; Batı’nın sularına dümen kırarak oradaki modernleşmenin neticesi olan edebiyatı hayal ve düşünce dünyasıyla birlikte alarak yolumuza devam ettik. Osmanlı insanının yüzlerce yıllık tecrübesinin, zevkinin ve görgüsünün hasılı olan edebiyat ile ilgimizi zayıflattık. Fakat bu ilgiyi hayati gören ve koparmayanlar vardı. Yahya Kemal onlardan biriydi. Eski şiirin tecrübesinden, dünyasından, şeklinden bütünüyle vazgeçmeden bir yeni şiire varmıştı. Peki, bu durum Yahya Kemal gibi birkaç örnekle sınırlı kalmasa idi de bütün -şimdi eski olmuş- edebiyatımız bugüne getirilseydi ne olurdu? Batı’nın kendi romanslarından romanına, klasik şiirinden serbest şiirine varması gibi biz de kendi edebiyatımızdan yine kendi yeni edebiyatımıza varamaz mıydık?

Klasik şiirimizde “müstezat” adı verilen bir nazım şekli vardır. Sözlük manası “artmış, ziyadeleşmiş” demektir. Gazelin özel bir şeklidir. “Uzun dizelere, kısa bir dize ekleyerek yazılır (ve) eklenen kısa dizeye “ziyade” denir.”1 Ziyadelerin ölçüsü şiirin aruz ölçüsünden alınır.

Âh etse nola bülbül-i dil meşhedim üzre

Tâ mahşer olunca

Çok çekti gam-ı hârını gül-zâr-ı cihânın

Bu bâg-ı fenânın

Müstezat nazım şeklinin kullanımı Osmanlı’nın yenileşmesiyle koşut olarak artmıştır. On sekizinci yüzyıl şiirinde müstezat örnekleri çokça görülmüştür. Birden fazla ziyadesi olan ve vezin bakımından şairin kendi tasarrufunu kullandığı müstezatlar görülmeye başlanmıştır. Bu nazım şekli klasik edebiyatın yeniliğe müsaade eden kapılarından biri gibidir.

Kayahan Özgül de Divan Yolundan Pera’ya Selametle kitabında müstezat nazım şekline dikkat çeker. Müstezatı serbest şiire açılan bir kapı olarak okur: Batı şiirinde henüz serbest şiirin emaresi görülmediği zamanlarda Türk şiirinde bir serbestlik olarak görülebilecek müstezat vardır. Eğer Batı şiiriyle hiç tanışmasaydık müstezattan serbest şiire gidebilir miydik?2

Hakikaten de müstezat daha sonra serbest müstezat şekline dönüşür. Ziyadeler ana iskelet olan beyte ek olmaktan çıkar ve şiirin kendisini vücuda getirecek kadar asli vazife görmeye başlar. Her dizede farklı uzunlukta bir aruz ölçüsü kullanılan serbest müstezatlar bile vardır. Kafiye mecburiyetleri zayıflar. Örneğin Haşim’in “Kış” şiiri -hâlâ şiiriyetini ses ve ahenk ile sağlıyor olsa da- serbest şiire ne kadar yaklaşmıştır:

Tehî kalan ovalar

Sükût eder sanılır mevsimin gumûmuyla;

Harâb olan sarı yollarda kalmamış ne gelen,

Ne giden,

Şimdi yalnız kavâfil-i evrâk

Mütemâdî sürüklenir bir uzak

Ufk-ı pür-ıztırâb u nevmîde.

Yine kış, yine kış,

Bütün emelleri bir ağlayan duman sarmış.

Görülüyor ki bu denli doğrudan bir alışveriş olmasaydı bile şiirimiz serbestleşmenin bir yolunu bulacaktı. Özellikle on sekizinci yüzyıldan itibaren şiirimizde hem muhtevada hem şekilde birçok serbestlik, farklılık, yenilik ortaya çıkmaya başlamıştır. Batılı şiir formlarını almasaydık da kendi yeni formlarımıza giden bir yol icat olunacaktı. Edebiyat durağan değildir. Yenileşemese de daima yenilenmek ister.

Kendi edebiyatımızın fiktif/kurmaca metinleri olan mesneviler için de benzer soruları sorabiliriz. Mesnevileri roman olarak okuma önerisinde bulunan çalışmalar vardır.3 Necmettin Turinay da geçtiğimiz sene yayımlanan Fuzuli’den Şeyh Galip’e Aşkın Uzun Hikâyesi kitabında mesnevilerin kurmaca taraflarına dikkat çekmekte, roman ile eşleşen yahut benzeşen özelliklerini vurgulamaktadır. Mesnevilerin klasik edebiyatımızın “roman”ları olarak okunabileceğini söylemektedir. Fakat biz zikredilen metinleri roman olarak okumak önerisinden başka bir soruyu dile getiriyoruz: Acaba mesneviden romana giden bir yol mümkün müydü? Batılı romanı almasaydık da kendi mesnevilerimizden bize mahsus bir roman icat edebilir miydik? Mesnevi son hadde nereye varmış, neye dönüşmüştü?

Bu noktada Keçecizade İzzet Molla’nın Mihnet-Keşan isimli mesnevisi bahsedilmeye değerdir. Mihnet-Keşan, İzzet Molla’nın 1823 yılında Keşan’a sürgününü ve sürgünde yaşadıklarını kurmaca bir biçimde anlattığı eseridir. Molla, eserinde sadece Keşan’a sürgüne gidişini ve bir yıl boyunca orada çektiklerini anlatmakla kalmamış, bu sırada uğradığı çeşitli yerleri, karşılaştığı ilginç tipleri, zengin bir folklor malzemesini de yazıya geçirmiştir.4