İnce bir zevkle döşenmiş odanın kapısı istisnasız her gün aynı zarafetle açılır ve her seferinde içeri söz konusu zarafete yakışan bir hava yayılırdı. O anda pencereden sızan ışığın kendisine en çok yer bulduğu köşeye usulca bir gölge yönelir ve aynı köşenin huzurunda edeple diz çökerdi. Çok geçmeden hünerli bir el tarafından yontulduğu anlaşılan kalemin sesine mürekkep kokusu karışır, akabinde bir tomar sahife arasından bir tanesi seçilerek hummalı hazırlığın bir parçası hâline getirilirdi. Kâğıt özenle perdahlanır, mürekkebin kıvamı koyuysa açılır, fazla akışkansa koyulaştırılır, ideal akıcılığa kavuşuncaya kadar bu işlem böyle devam ederdi. Farklı kalınlıktaki kalemlerin uçları itinayla hazırlanır, en kaliteli malzemeden üretilmiş hokkalarla buluşturulmak üzere bir köşede bekletilirdi. Bitki motifleriyle bezenmiş ahşap kalemdanlık ve içindeki irili ufaklı kamışlar sessizce bu anlara şahitlik ederdi. Kendisine ait bu köşeye günün farklı saatlerinde de olsa mutlaka uğrayan bu hanımefendinin içini tam da burada tarifsiz bir huzur kaplar, mürekkebin kâğıda istemsizce dağılmasına benzer şekilde bu huzur tüm benliğini sarardı. Farkında olmadan yüzüne yerleşen o ince tebessümle yazmaya başladığı anda Bağdat o eski günlerine kavuşur ve Şühde, şu anki keşmekeşinden hiçbir iz taşımayan Selam şehrinin sokaklarında yürümeye başlardı. Tıpkı babasının ardında küçük ve hızlı adımlarla ilim meclislerine yetişmeye çalışan küçük muhaddise Şühde gibi…
İlk defa kimin halkasına dâhil olup hangi mecliste bulunmuştu hatırlamıyordu. Belki babasının çok sevdiği şeyhi büyük muhaddis Hatib-i Bağdadi belki de bir başkasının dersi idi. Belki bir Cuma Camii’nde bir hurma gölgeliğinde, belki de bir muhaddisin evinde işitmişti ilk rivayetlerini. Bunu hatırlamak çok zordu. Ama sekiz yaşında sadece bir misafir değil ciddi bir dinleyici olarak katıldığı meclisleri çok iyi hatırlıyordu. Yanında kendisi gibi ulema ailesine mensup olup aynı ortamı paylaştığı şanslı arkadaşları da vardı. Bunlardan bazısı derste konuştukları bazısı ise ağladıkları için ikaz edilir bazısı ise ders esnasında uykuya yenik düşerdi. Aralarında hocanın elbisesine kazara mürekkep döküp mahcup olanlar da vardı. Oldukça küçük yaşta hadis sema eden bu talebeler, ilerleyen yaşlarında kendilerinden âlî isnad’la (yani mümkün olduğunca halkalarını azaltarak en kısa zincirle Hz. Peygamber’e ulaşmak suretiyle) hadis alınan ve sırf bu yüzden kendileri için seyahatler düzenlenen âlimler arasına dâhil oluyorlardı. Şühde, bu adaylar arasında Bağdat’taki en âlî isnadın sahibi olacağını bilmeden büyük bir iştiyakla derslerine devam etti.
Bağdat’ta seçkin bir ailenin, muhaddis bir babanın kızı olarak kitaplarla dolu bir evde doğmak şüphesiz Şühde için büyük bir ayrıcalıktı. Bunlar, altıncı asırda bu coğrafyada ilim talep eden her kadının sahip olamayacağı imkânlardı. Kendisine cömertçe sunulan bu olanaklar Şühde’nin yolunu açtı ama onun asıl istikametini belirleyen kendi kararlılığıydı. Ailesinde aldığı ilk eğitim sonrasında Iraklı muhaddislerin önde gelenlerinden hadis sema etti, eserlerini okuyarak onların rivayet hakkını, birbirinden değerli icazetlerini elde etti. Ve yazdı. Yüzlerce varak hadis yazdı. Gelişigüzel kaleme alınan notlar değildi yazdıkları. O eşsiz hattıyla emsaline az rastlanır güzellikte birer sanat eseriydi Şühde’nin nüshaları…
Yazmak her muhaddis için vazgeçilmezdi. Çünkü muhaddisler, zamanın pençeleri arasından kendileri için en değerli parçaları yazarak kurtarmaya çalışan insanlardı. Bu yüzden kimisi “Mısır’dan Semerkant’a kadar yazdım.” diyerek özetlerdi hayatını kimisi “Şu iki parmağımla iki yüz bin hadis yazdım.” diyerek ifade ederdi bu uğurda yaptıklarını. Zor şartlar altında gece ve gündüz ve çoğu zaman titrek bir alevin aydınlığında yazmak uğruna gözlerini yitirenlerin sayısı da az değildi. Yazmak bir tutkuydu muhaddislerin hayatında. Bu yüzden hadis talebeleri yanlarında taşıdıkları hokka ve kalemlerden bilinirlerdi. Ve yanında taşıdığı hokka, bir muhaddisin güvenilirliğinin en bariz alametiydi. Yazma eylemi, bir kadının estetik anlayışıyla hadislerin o eşsiz dünyasında buluştuğunda ise ortaya Şühde’nin emsalsiz güzellikteki yazmaları çıkıyordu.
Kim görse tanıyordu onun el yazısını. Görenler hayranlıklarını gizleyemiyorlardı. Yazısı yüzü gibiydi Şühde’nin, onun aynasıydı yazdıkları. Kimliğiydi. Sevinci, hüznü, kederi, kanında dolaşan her bir ahvali âdeta mürekkebe karışarak harflere sirayet eder, bu yüzden yazısını görenler onu görmüş ve duygularına ortak olmuş olurlardı.