Suya Damlayan Su Gibi

…sonsuz ufaklıkta, ışıltılı bir labirent düşledim:

ortasında bir su testisi duruyordu;

ellerim neredeyse testiye dokunacaktı…

J. L. Borges

Bir kaplan denmekle onu doğuran ana, ona yem olan geyik, o geyiğin yediği ot, otu büyüten toprak, toprağı yeşerten yağmur da denmiştir. Dünya, bütün sözcüklerin aslını içinde toplayan kusursuz, eksiksiz tanrısal bir sözdür. Dünya, o sonsuz olgular zinciri. O sonsuz aynalar koridoru. Uyanıklığa değil, her seferinde birbiriyle sarmallanmış başka başka düşlere uyandığımız sonsuz düşler labirenti. Çözümü içinde saklı muammalarla dolu bir labirent ki en gösterişsiz hayatların bile ürkütür giriftliği. Dünya, kimi zaman çatallanan yollarında ruhlarımızın yolunu kaybettiği kimi zamansa kendini kaybetmenin kendini bulmaya, deliliğin azizliğe en yakın olduğu yer. Dünya, belki gözlerimizin göremediği, anlayamadığımız ama her yerde aynı anda işleyen ulu bir çark. Gelecek, şimdi, geçmiş ne varsa iç içe biçim verir ona; geyik de o toplam dokunun ipliklerinden biridir, kaplan da. Dünyadaki bu sonsuz çarkı gözleyenin, bahtla yahut bahtsızlıklarıyla sınırlı değildir artık düşünceleri. Biz ki kader deriz bu iç içe geçmiş binlerce nedenin sonsuz akışına. Ve gitgide şaşkınlaştırır bizi yazgımızın biçimlenişi. Size dünya, hayat ve her şey karşısında kafası bir hayli karışmış ve kendini düşüncenin getirdiği o karmaşık tada bırakmış bir adamdan bahsedeceğim şimdi, işi gücü hayaller dokumak olan bir adamdan; Jorge Luis Borges’ten.

Derler ki insan dünyada bir düşün içindedir, öldüğünde uyanır. Yaşamak ve düş görmek arasında pek de fark yoktur. Öyleyse Borges, dünyanın pırıltılı imajlarından, ışıklarından ve renklerinden sıyrılmış; düşlerin ve hayallerin hüküm sürdüğü muhayyel şeyler dünyasında yaşayan bir düş işçisidir. Bir evin karanlık köşesinde sözcükleri ağ gibi örer, ördüğü ağlara önce kendisi takılır. Bütün öyküleri onun düşlerinden izler taşır, kahramanlarının sonsuz kumlara düşen gölgesinde daima onun sureti vardır. Sanırım tek bir karakter yarattım, o da benim. Kendimi farklı hâllerde tahayyül ediyorum1, der bu yüzden. Bütün yazdıkları içlerinden geçen gizli bir patikayla bağlanır birbirine, Borges elinde bastonu ve görmeyen gözleriyle bu gizli patikada tıkırtılarla yürüyüp gider. Öyküleri hayat denen o büyük düşün içinde çoğalan düşlerinin, yaşayabileceği hâlde yaşamadığı farklı hayatların ve temennilerinin yansıması yahut pek çok gölgesidir. Zaten her yazar farkında olmasa bile kendi ördüğü ağlara takılır ona göre, bundan kaçış yoktur. Bir vakit çok büyük bir resme başlayan bir adam hakkında hikâye yazarak anlatır bunu. Tepeler vardır resimde, atlar, nehirler, balıklar, ormanlar, kuleler, insanlar ve envai çeşit şey. Ve sonra o an geldiğinde, yaşam düşünden uyanma yani ölüm vakti geldiğinde, adam aslında kendi resmini yaptığını anlamıştır. Oysa Borges, henüz yazmaya yeni başladığında bile kendi hayatının resmini yaptığının farkındadır. Çünkü yazdığı her şeyin sonunda elinde kalan, çocukluğundan beri zihnine kazınan karmaşık düşler ve hatıralardır.