Yazıyı Sökmek

Yazarın kaleminin uysal ve adil olduğunu söyleyebilir miyiz? Peki, okur ne kadar uysal ve adil olabilir? Okuduğu metinle arasına kimleri dâhil eder, kimleri dışta bırakır? Okur bir metnin başına geçtiğinde yazar nerede durur?

Alberto Manguel, Kütüphanemi Toplarken’de “Başarılı edebî yaratımların meydana çıkışı karşısında yazarlar da neredeyse okurları kadar şaşkın durumdadır.” der. Bu biraz da metnin yeri geldiğinde yazarı dışlamasından kaynaklanır. Okur açısından baktığımızda ise yazarla metin arasında bağ kurma eğilimi göze çarpar. Zihnen kurulan bu yakın ilişki, metni kimi zaman açsa da çoğu zaman sınırlandırır. Anlamı daraltır ve yönlendirir. Yanlış anlama kanallarını tıkar. Yazarın kimliği, kişiliği, içine doğduğu coğrafya hakkında edinilen bilgi, girdiğimiz o karanlık odayı tozdan, kirden arındırsa da açılacak her pencereyi sıkı sıkı kapatır. Hâlbuki pek çok yazar, yazarken ne uysal ne de adildir. Sandalına biner ve denize açılır. Ne huzurlu bir yolculuk vadeder ne de sağ salim kıyıya ulaşmayı. Bile isteye rotasını şaşırır, beklenmedik anda sandalın burnunu kıyıya kıvırdığı da olur, en şiddetli dalgalarda küreğini kırdığı da.

Okurun da yazara nispetle bu cesaretten payına düşeni alması, yazarla metin arasına sınır çekmesi gerekir. Sınır çekme bilinci gelişmiş bir okur, yeri geldiğinde yazarı dışlayarak metinle irtibat kurma becerisi kazanır. Çünkü metin, okurla bağ kurma eğilimi gösterir. Bu tür okuma, anlamı çoğaltacağı gibi yanlış anlamalara da kapı aralayacaktır. Ama istediğimiz biraz yanlış anlamak değil de nedir, hem sanat da bu pürüzlerden neşet etmez mi, yanlış anlamalarla kendini çoğaltmaz mı? O zaman kıyıya varmak anlamını yitirir. Geriye dalgalar ve kırık kürekler kalır. Jorge Luis Borges, yazarken mümkün olduğunca kişisel koşullarını unuttuğunu söyler. Yazdıklarına yüklenen derin anlamlar için okura duyduğu minnettarlığı şöyle ifade eder: “Elbette onlara minnettarım, çünkü yazıyı, bir tür ortak çalışma olarak düşünüyorum. Yani okur kitapta üzerine düşeni yapar; kitabı zenginleştirir.” O zaman Cemil Meriç’in okuma tanımı anlamını bulur, “Okumak iki ruh arasında âşıkane mülakattır.” Bu mülakatta okura düşen, anlamı keşiftir.

Büyük yazarların en önemli vasıflarından biri de aslında kendilerini dışlayan metinler yazabilmeleridir. Üslup, yazarın imzası olduğu kadar kendisini dışlamasını sağlayan unsurdur. Kimlik, metne ancak bu şekilde nakşedilebilir. Kapısında sabahladıkları imgeler, vazgeçemedikleri kelimeler, yazarları ele verirken aynı zamanda da görünmez kılar.

Sözcüklerin olası kombinasyonu arasından seçilmiş bir cümle, sadece dil hassasiyetini göstermez, asıl olarak anlama hizmet eder. Dil, anlama giden yolda bir araç olduğu akıldan çıkarılmamak kaydıyla okurun sürmesi gereken izdir. Dil, aracıdır ve zihnimizdeki anlamı harekete geçirir. Eğer zihin dünyamız kısırsa, edebî metinlerdeki dil lezzetlerini duyumsayamayız. Anlam dünyamızı geliştiren ise yine dildir. Birbirini doğuran bu süreç kelime hazinemizin genişliği, dimağımızın zenginliği ile doğru orantılıdır. Sözcükler yardımıyla anlamı keşfederiz ve anlam dünyamızın zenginliğiyle sözcükleri idrak ederiz. Kelimeler zihnimizde siret kazandığında anlama ulaşabiliriz.

Okur, yazarın imasını dil ile keşfetse de anlama ulaştıran dil, anlamın önündeki engele de dönüşebilir. Şeylerin asal anlamı ancak kelimeler aracılığıyla kavranır fakat yazarın imgelem dünyasını keşif bunun ötesine geçebilmekle mümkündür. Poe, karamsar ruhuna denk düşen “kuzgun”u seçtiğinde o artık sadece bir kuzgun değildir ve okur, yazarı dışta tutarak kendi zihninde “kuzgun”a alternatif bir imge yaratabilmelidir ki anlam açık bir şekilde tezahür edebilsin. Bu yüzden, yazar ile metin arasına sınır çekerek yazarın imgelem dünyasının görünür gerçekliği ile değil ardındaki anlamla ilgilenmeliyiz. O zaman metindeki kelime ve kavramlar, imgeler okurun zihnindeki imgelerle yeniden değişir. O imgeleri kendileştirdiğimizde anlamı ortaya çıkarabiliriz. Bunun için de kolaycılığın ve klişelerin konforundan vazgeçmek gerekir. Önceki okumalarımız, bireysel tecrübemiz, kolektif şuuraltımız, muhayyilemiz okuduklarımızı yeniden inşa ederek anlamlı bir yapı meydana getirir. Dolayısıyla bütün bunlar hem birer sınır hem de imkândır. Elimizdeki malzeme ne kadar çeşitli, dimağımız ne kadar zenginse anlama giden yolda zihinsel yaratımımız o kadar aktif olacaktır.