Söyleşi

“Yazı, siz ve hayat arasında yükselen bir duvara dönüşürse varlığının hilafına davranıyor demektir.

Hüseyİn Ahmet Çelİk

Hüseyin Ahmet Çelik’i öyküler yazmaya iten içsel veya dışsal sebepler nelerdi? Bu sebepler yolun başında ve şimdi bir değişiklik arz etti mi?

İnsan, ötekinin karşısında daima acemi, hayatın karşısında daima eksik, kendisi içinse daima yeniden başlamanın habercisi bir sabahtır. Bu pencereden bakıyor, görebildiği ölçüde düşünüyor, hissedebildiği kadar yaşıyor, böyle böyle kıyısına varabildiği o mahrem adayı kâğıda geçirmek, bir parça görünür kılmak istiyor. Deminden beri sözünü ettiğim insanlardan biri olarak muhatap oluyorum sorularınıza. İnsana ve hayata dair düşüncelere dalmaya meyyaldim hep. Yaşamımın bilançosunu çıkarmak istiyordum galiba, ne kadar yol yürüdüğümü görmek istiyordum. Beni yazmaya iten eli göremedim, sisli dumanlı bir öğleden sonraydı. “Yazmak”ın içinde buldum, tanıdım, fark ettim kendimi, hayatı, başkasını. Yazmak “ben, hayat ve başkası” üçgeninde cereyan ettiği için içsel ile dışsal ayrımı belirgin değil, gerekli de değil, olmadı hiç. Şimdi bir alışkanlığı sürdürmek için oturuyorum masaya. Bu arızayı tespit ettiğimden beri oturamıyorum aslında. Sahici bir neden daha bulmak lazım çünkü. İnsan, niyetini yol boyunca kontrol etmeli. Başlarken taşıdığı niyet yerinde durmayabilir, pörsüyebilir, çürüyebilir, yok olabilir. Ben, yeni bir niyet arıyorum şu sıralar.

Yazmak kimilerine göre arınma kimilerine göre yüzleşme kimilerine göre ise hesaplaşma aracı. Belki bunların hepsinden bir parça taşıyordur. Her hâlükârda yazarak yaşamak insanı farklı bir terbiyeye tabi kılıyor sanırım. Bu terbiye ve yazının yazgıyla alışverişi üzerine neler söylersin?

Yazmaya başladığımda yaşım çok küçüktü. Ne yazının ne de yazgının farkındaydım. Fakat ikisinin de kesiştiği yerde, manaların henüz hamur kıvamında bulunduğu çocukluk ülkesindeydim. Annemden ve dayılarımdan kulağıma birtakım ahenkli sözcükler çalınıyordu, o kadar. Ben yazarak büyüdüm ve manalara sonradan eriştim, erişebildimse şayet. Orhan Veli ve Özdemir Asaf şiirleri ile oyalanırken Necip Fazıl ve Sezai Karakoç ile tanıştım. Sert bir tanışma oldu. Şiirlerimle dolu defterimi sobaya attım. Teşbihin şehvetine kapılmayalım ama hakikaten gemimin dümeni okuduklarım ve yazdıklarım idi. Beni yoğuran, terbiye eden, bugünkü beni mümkün kılan, o günlerde içimde kaynayan yazma coşkusuydu. Bir niyet, bir sebep, bir tutku lazım insana; yolda da! Yazmak, seni irkiltebildiği kadar yazmaktır, seni var edebildiği, öfkeni harlayabildiği, kendinin tuzakları, hayatın tuzakları, başkalarının tuzakları hakkında ayıktırabildiği kadar yazmaktır. Öyle bir araçtır ki varlığını en iyi ifa ettiği zaman yok olur, saydamlaşır, aradan çekilir. Yazı, siz ve hayat arasında yükselen bir duvara dönüşürse varlığının hilafına davranıyor demektir. Yazı, siz ile sizin aranızda bir perdeye dönüşürse amacının dışına çıkmış demektir. Yazı, siz ile başkaları arasında uzayan bir mesafeye dönüşürse haddini aşmış demektir. (Yazı, soru ile cevabın arasını açıyorsa, benzer bir hataya düşmüşüz demektir.)

Hem İstanbul’u hem taşrayı tecrübe etmiş bir yazar olmandan hareketle özel bir soru sormak istiyorum. Yazarlığın merkezde ya da taşrada bulunmakla bir ilgisi var mı? Mekânlar muhayyileyi ne ölçüde etkiliyor?

Yazarın merkezi yazıdır, yazının mekânı masasıdır yazarın. Gerisi bahanedir, oyalanmadır, öyle olduğunu sanmaktır. Merkez ve taşra insani ilişkilerin biçimlendirmesidir; yazmakla, okumakla, üretmekle bağı, var olmakla beraber belirleyici değildir. Yazdığıyla meşgul olan, odağı yazı olan kimseler, bu tarz ayrımlara kafa yoracak zamanı ve enerjiyi bulamaz. Taşranın doğal bir mahrumiyeti, İstanbul’un da doğal bir avantajı var; İstanbul’un insana kattığı şeyler, taşranın insandan götürdüğü şeyler tabiatıyla var, inkâr edilemez ama bu bir kader değil, aşılamaz hiç değil; gerisi kılükal. Taşra, Fuzuli’yi tanımamıza engel olmadı, İstanbul ise yüzlerce koca şairi yuttu, unutturdu, şimdi kimsenin okuyamadığı mezar taşlarına mahkûm etti. Ömer Faruk Dönmez’in öykülerinde Adana, İdris Ekinci’nin şiirlerinde Sivas, Ayşegül Genç’in romanlarında Konya başat unsur değil mesela. Sanatçının mekânı muhayyilesidir. Muhayyilesinin çapı kadar büyür sanatçı. Hâl böyleyken şehirlerin girişindeki tabelaların ne önemi kalır?

Bozdünya’daki çocuk karakterler üzerine bir soru sormak istiyorum. Malum, yetişkinlere nazaran çocukların dünyayla teması aracısız, yorumsuz, safça belki biraz da velice tezahür eder. Yazarın çocuklara açtığı pencere, anlatıda saf bilince erişme çabası olarak okunabilir mi?