Rüzgâr Bizi Sürükleyecek

Rüzgâr onu götürecek

Her şey yok olacak ama

Rüzgâr bizi taşıyacak

Gökhan Özcan bir yazısında, “Yazılmamış romanlarını, çekilmemiş filmlerini biriktirenler var. Kimileri de okunmamış kitaplarını, tutulmamış sözlerini, yazılmış, yazılmamış mektuplarını biriktiriyor.” diyordu. Zamanın insanı sürüklemesiyle daha doğrusu bizim bunu anlamaya başlamamızla olup bitenlerin tamamını anlatmak ve paylaşmak bazen çok zor. Zira insan kendinden önce dünyada olup bitenleri bir nebze de olsa anlıyor fakat insanın kendiyle beraber olup bitenleri anlaması uzun sürüyor. O nedenle, sürüklenerek içinde ve yine bu zamanın içinde kaybolunca hatırlıyoruz galiba. İlkin kendimizi, sonra kendimizle beraber bizi kendimiz kılan her şeyi.

Mektuplar neden var, sorusunun bir cevabı olarak belki de zamanın dondurulduğu tüm anlar öne çıkarılabilir. Zira her zaman mektuplar bizim için bir “değer” göstergesidir. Onlara hayatın mütemmim bir cüzü olarak bakarız hep. Ayrılık acısı, gurbet ya da sevda… Uzatılabilir. Hep bir başkası yani bizim dışımızdaki “ötekiye” yazılan ama aslında en çok da kendimize yazılan… Alanın ya da yazanın her zaman bir gerçek üzerine kurgulanışıdır aslında. Hem mekân hem de zaman olarak. Mektuplar birer kendimizi hatırlama biçimidir. Hatırlatma da aynı zamanda…

Bir hasretin sürekli dile getirilişi vardır mektuplarda en çok. Uzağa ve uzaktakine yazılmışlardır zira. O nedenle tüm yazınsal türlerden ayrılan en önemli yönüdür belki tamamen duygu yüklü olmaları. Ki o nedenledir ki çoğu mektup bir arayışla açar perdelerini ya da kapatır. Aramaktır bir noktada zira mektuplar, bir çağrı bırakmayan…

Yukarıda epigraftaki sözler bir şarkıya ait. Noir Désir, “Le Vent Nous Portera”. Bir şarkıya ait olanlar, bir başka şeye ait olanlar bizi nedense hep onun dışında bir ötekiye dönüştürüveriyor. Eğer bunu alıp olduğu gibi tüketmiyorsak... Eğer alıp bizimle beraber zamanın birer itici gücüne dönüştürmüyorsak onları... Taşıyorsak hep; o zaman insan olma bilincimize yeniden kavuşuyoruz galiba. Şarkılar ya da mektuplar gibi… Biriktiriyoruz. Yol azığı olarak tutuyoruz onları.

Bir tanıdığım “İnsan zor bir varlıktır.” derdi hep. Aslında kuruluşu kolay bir cümle. Düşününce biraz, tüm bu zorlukla beraber işte bizim dışımızda olup bitenleri de düşünüyorum. Zorlaştıran her şeyi… Çünkü yaşamı kendine bir heves olarak görenlerin dünyasında, heves ettiğimiz her şeyin kursağımızda kalışını izleyerek geçiriyoruz tüm bu dünyayı gözlerimizden. İnsanlar yollarda, arabalarında, iş yerlerinde ve cami çıkışlarında sanki tüm bu olup bitenlerin birer nesnesi gibi geliyor. Olup bitenin ne olduğunu sorduğumuzda kendimize, olmayıp da bitenler çıkıyor karşımıza hep. Bir avluda dilenen annesinin yanında bekleyen kız çocuğunun ayağının çıplaklığı mesela. Gözlerinin yerde bitişi... Mektupların geri dönüşü gibi…

Tüm bu kurulan cümleler, kurulmayı bekleyen cümleler ve kurulmayacak cümleler içimizden geçerken rüzgâr esiyor. Rüzgâr bizi nereye sürükleyecek? Rüzgâr bize neyi çağıracak? Bir mektupta sorulan ya da sorulması muhtemel sorulardan her biri… “Ne zaman rüzgâr esse; ellerin fesleğen kokuyor.” mısrası geliyor peşinden mesela. İnsanın tüm bunları peşi sıra hissetmesinin bir sebebi olmalı. Sebep düşünmeksizin sadece “zamanın dondurulduğu” anları hatıra getiriyorum. İnsan ne kadar zorsa insanı tanımak da o kadar zor. Ama bazı anlar işte, anlatıyor sanırım, bir insanla ne şekilde tanışılabilirin cevabını veriyor. Bir bakış belki. Bir yolda gördüğü kopmuş güle uzanış belki... Mektubun içine de iliştirilen…

“Dünyanın dışına atılmış bir adımdın sen”, diye başlıyordu aslında, yukarıdaki cümlenin peşinden gelen mısranın şiiri. Şunu düşünüyorum; bir insanı tanımak denizleri bardak bardak boşaltmaktan daha zor olsa da dünyanın dışına atılmış adımların bilinmesi için bazen o denizde yüzmek gerekiyor. Bir mektubu yazmaya başladığımızda en çok hissettiğimiz belki… Tanımak ve anlamak için. Zira öncesinde aynı denizde boğulmak, şimdi yeniden o denize girmek için bir “tanışıklığa” dönüşüyor. Derler ki bir insanı tanımak için onunla yola çıkmak gerektir. Bir insanı tanımak için onunla öncesinde aynı yolda karşılaşmış olmak da yeterlidir belki. O yolda kurumuş bir gül duruyordur zira. Uzanıp eğilince bardaklara gerek duyulmuyordur zira. Boşaltmak için içimizi, içtekini doldurmak için bardakları kırmak da gerekiyordur...

Bazen insan karşılaşmanın ötesinde, çok uzaklarda dönüp ardına bakınca, uzaklaşan yabancının içteki tanıdık gurbetliğini yaşar. Bu, sanırım doldurulmayacak bir boşluk. O nedenle o boşluğu dolduracak her ne vardıysa işte mektuplar da ondan var. İşte geride ya da ileride nerede olursa olsun o tanıdık yabancı; koşmak gerektir. Bir delinin bir hasret mektubunda dile getirdiği gibi:

“Bir demet bir çiçekle uzanır sana elim.”