Bugün, yıllarını verdiği postane memurluğundan ayrılmıştı.
İşlemlerini tamamlamış, elindeki ayrılma yazısıyla yeni hayatına ilk adımını atmıştı. Çıkarken ne çok şey söylemek istemişti de sözcükler ağzının içinde kurumuş, bir sükûtun pençesinde kıvranıp durmuştu. Şöyle bir dönüp bakmış, sarı boyasıyla binayı sisli, uzak bir dağ yamacına benzetmişti. Artık postane bir dağ kadar uzakta, bir o kadar da puslu ve yabancıydı onun için.
“Emeklilik dedin, al sana emeklilik, şimdi ne yapacaksın? Ah budala adam! Biraz daha bekleseydin ya.” diye söylendi binaya bakarken. Yoluna devam etti ağır ağsak. İçinde tarifi zor bir boşluk. Söylene söylene yürüdü.
Zaman nasıl da hızlı geçmişti böyle. Bisikletle başladığı dağıtım hizmetine, motosikletle devam etmiş, sonra gişe memurluğuna geçmiş; yağışlı günlerin, soğuk kışların ve sıcak havaların huzursuzluğundan kurtulup kendine bir sığınak bulmuştu. O sıradan ve birbirinin aynısı olan günler art arda geçip durmuş; hayat, bir koşturmanın içinde eriyip kaybolmuştu. Evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış, göbek bağlamıştı.
İlçedeki memurluğunun ilk yıllarında gördükleri, yaşadıkları sık sık hatırına geliyordu. İlk aşklar ayrıntıyla hatırlanır dedikleri şey bu olsa gerek, diye düşünüp gülümsüyordu. Bazen, kalbinin hâlâ orada attığını hissediyordu. Orada, bozkırın göbeğinde kurulmuş o ilçede neler görmemişti ki. Misafirperver Anadolu insanını, kimsesizliğin ortasında boy vermiş kadim meşe ağaçlarını, vadileri yarıp akan ölgün ırmakları, kuraklığın hüküm sürdüğü ovada sele kapılıp kaybolan gençleri, depremde yıkılan kerpiç evleri, yanıp kül olan buğday tarlalarını... Sonra kimsenin kimseyi tanımadığı o koca şehir; şehirlerin sultanı İstanbul. Kalabalığın içinde bir başına olmak, birçoğunun kederi bu şehr-i İstanbul’da. Onunki de öyleydi.
O koca şehirde, Postacı Ramazan, kimseden medet ummadan (bunu tecrübe etmiş biri olarak) şubeye gider; koltuğuna yerleşir, saatin beş olmasını sabırla beklerdi. Saatin bir türlü beş olmak bilmediği o günlerden her şeyin bir anda olup bittiği hissine kapıldığı şu ana nasıl geldiğini bir türlü anlayamıyordu. Zaman, şüphesiz en kurnaz dostumuzdu. Geçmiyormuş gibi görünüp anları hızla yutan bir dost.
Kendini, çoğu kez, sokağa bırakılmış bir çöp gibi hissediyordu. O kadardı aidiyeti bu şehre. Bir çöp kadar. Evlen, en azından bir düzenin kurulur, yaşama sebebin olur, diyen aile büyüklerini dinlemiş; evlenip çoluk çocuğa karışmış, bir rutin düzene kendini atmıştı. Çok geçmeden baba olmuş, yaşama başka bir pencereden bakmaya başlamıştı. O pencere de yüzüne çarptığında bir ömür bu acıyla yaşayacağını anlamış, gözlerinin önünde eriyen çocuğunun iyileşeceğine dair umutları da kalmamıştı. Götürmediği hastane, danışmadığı doktor, uğramadığı aktar kalmamıştı handiyse. Çare yoktu. Bugün dönüp baktığında sarı binaya, o sisli dağın içinde gülümseyen oğlunu da görüyordu. Gözleri kısılmış, dişleri seyrekleşmiş bu oğlan kaç yıldır yatalaktı! Bunları düşüne düşüne ağır adımlarla yoluna devam etti. İnsan bazı şeylere alışamıyordu; katlanıyordu. Şu sarı binaya da alışamamıştı bir türlü. Katlanmıştı. Açık öğretimden edebiyat okuyup öğretmen olmayı hayal etmiş, öğretmen olarak atanma umuduyla yıllarca kendini avutmuştu. Olmayınca da bu işten vazgeçmiş, hayatı olağan akışına bırakmaya karar vermişti. Yazar olma hevesiyle kuram kitapları, çeviri romanlar, öyküler; yerli edebî eserler alıp okumuş, bir de öykü yazmayı denemişti. Oğluyla ilgili bir öykü yazıp kimseye okutturmadan çekmecesinde yıllarca saklamıştı. Eşi Gülnaz’ın bile bundan haberi olmamıştı. Gülnaz ki ona çöp olmadığını hissettiren kadın. Bilse kızar mıydı yazdıklarına, bilmiyordu. Artık bilse de bir anlamı yoktu. Çocuk, yıllardır yatalaktı. Ve hiçbir şey bu durumu değiştiremezdi. Bir kez daha dönüp baktı PTT binasına. Sarı tabelasıyla Güneşli PTT şubesine.
İçinden, elveda, dedi. Kalbindeki boşluk büyüdü. Emekliler ne yapardı, nasıl zaman geçirirlerdi? Bir süre bunları düşünüp amaçsız, bir başına dolaştı sokaklarda. Sonra kahveye götürdü ayakları onu. Orada da bir hayat vardı çünkü. Belki birkaç eşe dosta rastlayıp hasbihâl eder, içindeki boşluğa böylece bir çare bulurdu. Bir masaya yanaştı, çay söyledi. Masadakilerin oyuna dalıp muhabbetlerinin de oyun üzerine olmasına içerledi. Çay içti, tost yedi, gündelik hayattan sohbet açmaya çalıştı ama olmadı. Orada da sıkıldı. Çıktı kahveden. Eve doğru yöneldi. Bu saatte eve girmeye alışkın değildi. Hele de hafta içi, hele de cuma günü. İçinde tuhaf, anlamsız bir duygu. Yukarı çıktı. Oğlan uyuyordu, belki de o öyle sandı veya öyle olmasını diledi. Diğer çocuklar dışarıda. Kimi okulda kimi işte. Bir tek Âdem’i burda. Zayıflamış iyice. Alnından öptü onu. Diğer odaya geçip çekmeceyi açtı. Yazdığı öyküye baktı.
“Bir işe yaramaz.”dedi. “Yazmasaydım daha iyiydi. Yazmak kime çare olmuştu ki. Budalalık işte.”