Vicdan bazen aynadır bazen içimizdeki ses. Bazen ahlak hocamız, yargıcımız; kimi zaman da mahkemenin ta kendisidir. Örnek verecek olursak II. Dünya Savaşı yıkımının mahkemesi, Nürnberg duruşmaları kadar Wolfgang Borchert’in öykülerinde kurulmuş ve görülmüştür. Ya da Siyonizm algı operasyonlarıyla kendini temize çıkarmak için ne kadar çırpınırsa çırpınsın, haber kanallarını, tarih kürsülerini, sinemaları satın alırsa alsın yine de Gassan Kenefani’nin öykülerindeki büyük yargılamadan kaçamaz. Bugün kaçsa yarın kaçamaz. Vicdan çoğu kez en son gelir fakat hiç gitmez. Bu, tarihin hiçbir zaman diliminde ve hiçbir yerinde değişmez.
Vicdan, anlatının derin katmanlarında yaşar. Görünen unsur olmaz çoğunlukla. Çünkü hassastır. Mesaj kaygısı onu zedeler. Vicdan, öykünün görünür organlarından biri olmamalıdır. Aksi hâlde didaktizme kurban edilir. Onun saklanması, ikincil olması gerekir. Fakat bırakacağı etki itibarıyla kollarını metinden sonrasına uzatır. Bu yüzden o, metinler üzerinde ciddi, duyarlı okuma yapanların daha net duyumsayabileceği, görebileceği bir olgudur.
Bir insan vicdanını susturabilir mi? Elbette, neden olmasın? Vicdanını susturmak isteyen kişinin bu tavrını Rasim Özdenören, “aynayı yüzüne kapatmak” olarak nitelendirir. Kişi aynayı bir kez yüzüne kapattığında vicdanını susturmuş ama bunun bir bedeli olarak ebediyen öz saygısını yitirmiş olur. Aslında kapattığı kendi kimliği, kişiliğidir. Tarkovski, “İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf ilişkisini yitirir.” diyerek insanın kendisine karşı işleyeceği en büyük cürümün bir kereliğine bile olsa kendisine karşı vicdansızlık yapması olduğunu söyler.
Öykücü bu anlamda sadece kendi aynasının karşısında değil, toplumun hemen her kesimine ait sorunların da ortasında duran kişidir. Sanatçı duyarlılığı buradan başlar. Dertler ona emanettir. O da bu emanetin bilinciyle toplumsal vicdanın sesi olur. Dostoyevski’nin ölümsüz eseri Suç ve Ceza’da Raskolnikov’un, Sonya’nın önünde yere kapanıp af dilediği sahne, dünya edebiyatında eşsiz bir vicdan muhasebesi olarak tezahür eder. Raskolnikov, bütün insanlık adına Sonya’dan özür diler. Sahne her şeyiyle metafiziktir. Albert Camus, Sisifos Söyleni’nde Dostoyevski’nin bütün Tanrısal sorgulamaları en sonunda getirip Kierkegaard gibi bir sıçramanın, bir teslimiyetin, bir inancın kucağına bırakmasından duyduğu rahatsızlığı ifade ederken haksızdır. Çünkü Dostoyevski için gidecek başka yol yoktur. Bu yüzden onun ciltler dolusu romanlarında, vicdana kaynaklık eden din ve vicdan, temel unsur olarak yer alır. Bundan nasıl kaçabilir ki? Dostoyevski’yi büyük yazar yapan, onun insanlığın derdiyle dertlenebilmesi, bu gerilimi eserlerine aktarabilmesidir.
Vicdanlara Seslenen Öyküler
Zaten nitelikli okurun metinle ilişkisi anlamlar üzerinde yatay bir gezintiden ibaret değildir. Roland Barthes bunu şöyle ifade eder: “Bir anlatıyı anlamak, öykünün çözülüşünü izlemek değildir yalnızca; aynı zamanda, anlatının içindeki ‘kat’ları saptamak, anlatımsal damarın yatay zincirlemelerini düşey bir eksene düşürmektir; bir anlatıyı okumak (dinlemek) yalnızca bir sözcükten ötekine geçmek değil, aynı zamanda bir düzeyden ötekine geçmektir.”1
Dino Buzzati’nin “Tanrı’yı Gören Köpek” öyküsü, Roland Barthes’ın dediği gibi dikey dalışlara, okumalara müsait sembolik bir öyküdür. Buzzati, bu öyküsünde vicdan ve toplumsal vicdan üzerine muhteşem katmanlara sahip bir anlatı ortaya koyar. Aforoz edilmiş günahkârlarla dolu Tis adlı bir köyde geçer olay. Köyde dolaşan bir köpek vardır. Tepede yaşayıp ölen ermişin köpeğidir bu. Simsarlar onun sesini duyunca işçileri kovmaktan vazgeçerler, sahtekârlar durulurlar, erdemsizler kendilerine çeki düzen verirler, hırsızlar ürperirler. Hatta insanlar kiliseye gitmeye başlarlar. Kapıda uyuşuk köpek onları seyreder. İnsanlar köpekle göz göze gelemezler. Hayvanın bakışlarını sırtlarında iki sivri demir gibi hissederler. Köpek öyküde vicdanın ta kendisidir. Tepedeki ermişle geçirdiği vakitler sebebiyle metafizik boyut kazanmıştır. Öykünün düğüm yeri de burasıdır. Vicdan insanın içinde o köpeğin işlevine sahiptir. Bu bir yandan işkencedir de. Herkesi ağır bir baskı altında yaşatır. Köpeğin bakışları, ilahi bir denetici gibi köyde dolaşmaktadır. Burada bir soru sorulabilir. Köpekten yani vicdandan kurtulmak mümkün müdür? Fırıncı bunu dener fakat yanlış köpeği öldürür. Mesaj nettir. Vicdanı öldürmek kolay değildir.
Yazarlar bazen toplum adına seslerini yükseltir, edebiyatın kendi gerekliliklerini, muaşeretini bir yana bırakır ve çığlığı basarlar. Vicdanları kanırtmak isterler. Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun “Turhan Nasıl Çıldırdı?” hikâyesi bu nevi bir anlatıdır. İmparatorluk çökmek üzeredir. Toprak kayıplarını mütareke yılları izler. İdealist bir genç olarak Turhan, kendi medeniyetini bilimle, fenle ayağa kaldırmak, devletini diriltmek ister. İstanbul’da insanlar duyarsızdır. Frenklileşme modası almış yürümüştür. Münevver kesimin hâli onu daha da perişan eder. Şehre geldiğinde manevi huzuruna çıktığı Yavuz Sultan Selim’in türbesini ziyaret eder, minareye çıkar ve hayatına son verir. Turhan, gurup vaktinde suya düşen ve hüzünlü haleler oluşturan bir damladır. Müftüoğlu, 1922 Nisan’ında yazar bu hikâyeyi. Milleti, başına gelen şeyle yüzleştirmek ister. Vicdanları kanırtarak harekete geçirmek, uyandırmak ister. Aslında intihar eden sadece Turhan değil, sadece toplum değil, koca bir medeniyettir. Nitekim Ömer Seyfettin de “Primo Türk Çocuğu” adlı hikâyesinde Balkanlardaki trajik durumu, İtalyan mason kulübüne üye bir baba ve oğlu üzerinden haykırır. Masonluğun milletler üstü olmak fikrinin İtalyanların Trablus’u işgali sırasında nasıl iflas ettiğini anlatır. Kahramanın vicdanını harekete geçirir ve kendi kimliğiyle yüzleşmesini sağlar. Refik Halid Karay ise “Yatık Emine”de toplumun vicdanına ayna tutar. Onu ikiyüzlülüğüyle, acımasızlığıyla baş başa bırakır. Değerlerindeki ve davranışlarındaki çarpıklığı yüzüne vurur. Gerçekte yapayalnız ölen Yatık Emine değil, olayın geçtiği taşradır. Yukarıda zikrettiğimiz öykülerin her biri, ele aldıkları konuları dert edinmiş kalemler tarafından yazılmışlardır. Hasılıkelam yazarın, vicdanlı metinler yazabilmesi için dert sahibi olması gerekir. Aksi hâlde eserlerine sirayet edecek yapaylığı ne yaparsa yapsın örtbas edemez.
Derdi Olan Güzel Yazar
Yaşayacaklarımız, yaşama yöntemleri altında; yazacaklarımız yazma yöntemleri altında ezilmeye başladığında Faust’taki o mottoya sığınabiliriz: “Teori gridir, hayat yeşil.” Elde ettiği modern, postmodern imkânlarla değişen hüviyetinin, öyküyü teoriden uzaklaştırıp hayata yaklaştırdığı kanaatindeyim. Öykü, yönünü insanın içine çevirdiği günden beridir, aslında hikâyeyle ilgili pek çok kuralı altüst etti. Bu anlamda VirginiaWoolf’un, “İnsanın tabiatı 1910’larda bir değişime uğradı.” sözünü modernist kurmacanın sezgisel işaret fişeği olarak da kabul edebiliriz.
Son zamanlarda yazılan öyküleri “dağınıklıkla” itham edenler farkında olmadan insanın iç dünyasını da eleştirmiş oluyorlar. Buna hakları var mı, elbette var. Ama bu eleştirileri dile getirenlerin, insanın iç dünyasındaki dağınıklıkla ilgili herhangi bir çözüm önerisi sunduğuna şahit olmadık. Modern öykü tahkiyenin çocuğudur. Fakat geride bıraktığımız yüzyıl boyunca öykünün dille, duyguyla, monologla, muhasebeyle, bilinç akışıyla, imgeyle, kayıp göndergelerle, mektupla, günceyle topraklarını genişlettiğini; fethettiği her araziyi insanı anlatmaya vakfettiğini göz ardı etmemek lazım.
Kurallar, kaideler her dönem sanatçının canını sıkar. Bu can sıkıntısının üstesinden gelen sanatçı, bütün belirlemeleri aşarak kendini gerçekleştirebilir ancak. Söz gelimi Edip Cansever’i şiirden uzaklaşıp öyküye yaklaşmakla itham edenlerle Şule Gürbüz’ü kurmacadan uzaklaşıp felsefeye yaklaşmakla itham edenler aynı hataya düşerek temel bir meseleyi göz ardı etmişti. Hangi meseleyi? André Green, Yazı ve Ölüm kitabında, “Çok büyük yazarların önemli bir kısmının en temel kaygısı edebiyat değildir. Edebiyat, zihinsel uğraşlarının hakiki nesnesi olan ruh içi gerçekliklerinden bir şeyler iletmeyi denemek için bir araçtır (başka araç bulamamışlardır).” der. Bu savı güçlendirmek için Mevlana’yı, Goethe’yi, Dostoyevski’yi, Unamuno’yu, Tanpınar’ı, Sezai Karakoç’u, (artık bu listeye rahatlıkla ekleyeceğimiz bir isim olarak) Şule Gürbüz’ü ve bu isimlerin edebiyatla kurduğu ilişkinin temelinde yatan meseleleri hatırlamak yeterli olacaktır. Sanatçı sadece neyi nasıl anlatacağını değil, neyi neden anlatacağını seçmekte de özgürdür. Hatta bu ikincisi, onun sanatla neyi murat ettiğine dair varoluşsal kompozisyonun omurgasını teşkil edeceği için hayatidir.
Jung: “Bilinç Acıdan Doğar”
Öykü, özü itibariyle derdiyle vardır. Kronotop zaman ve mekânın birlikteliğini ifade eder. İnsan bu birlikteliğin öznesidir ama öykünün ortaya çıkması; zaman ve mekânda yani kronotopta bir değişimin, çözülmenin, bozulmanın vuku bulmasını gerektirir. Mihail Bahtin’in ifadesiyle “kişi, istediği zamanda istediği yerde” ise kronotoptan söz edilebilir. Eğer kişi, “istediği zamanda istediği yerde bulunmazsa” kronotopun bozulma hâli gerçekleşmiş demektir. Öykü tam olarak bu noktada başlar. Yani derdin ortaya çıktığı yerde.
Mutlulukla araları iyi olmayan Kierkegaard’ı, Schopenhauer’u, Dostoyevski’yi, Nietzsche’yi, Sartre’ı, Cioran’ı hatırladığımıza sadece yüksek edebiyatın değil, yüksek düşüncelerin de dert toprağında yeşerdiğini; insanın sadece hüzünlüyken görebildiği incelikleri çıkarırsak düşünce tarihinden geriye bir şey kalmayacağını görürüz. Hüzün, kişiye kolektif hipnozun dışına çıkmak ve hakikat uğruna dünyayı karşısına almak cesareti verir. Hipnozdan kurtulanlar ancak bilincin sularına yelken açabilirler. “Bilinç” ise Jung’un dediği gibi “acıdan doğar.” Tıpkı yüksek sanat gibi.
Merhum öykücümüz Rasim Özdenören’in o sözünü hatırlamanın yeri geldi sanırım: “Bol bol okuyun, okumayı terk etmeyin. Derdi olan insan okur, derdi olmayan da okuyarak dert sahibi olur. Asıl mesele derdimizin olmasıdır.” Durduk yerde dert sahibi olmak, dert sahibi olmayı dilemek, bunun için çaba sarf etmek; mutluluk öğretisi üzerine bina edilen bir dünyada kulağa tuhaf gelebilir. Wilhelm Schmid’in ifadesiyle bu “mutluluk diktatörlüğü”nün gönüllü tebaası olanları, derdin erdem olduğuna ikna edebileceğimizi sanmıyorum. Belki önlerine, Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ındaki o soruyu koymakla yetinebiliriz: “Kolay elde edilmiş bir saadet mi yoksa insanı yücelten bir ızdırap mı daha iyidir?”