Yeni biçilmiş ot kokusunu aldıklarında şehirde yetişmiş çocuklar ne düşünüyor onu pek kestiremiyorum ama ben tüm köy çocukları adına hazır ol vaziyetine geçip diyorum ki: “Bu koku hele de toprak kokusuyla birleştiyse anne kokusudur. Arz ederim!”
Çok değil, henüz ilkokuldayken belki daha öncesi, boyum ocağa yetişmiyorken kardeşime mama suyu ısıtmaya tırmanırdım sandalyenin tepesine. Annem, suyu tarlaya gitmeden kaynatır bırakırdı ama o gelene kadar buz gibi olurdu. Kardeşime suyu ılıtıp mama yapardım. Sonra kucağıma annem gibi yatırdığım yavruyu annem gibi doyurmaya çalışırdım. Annem gibi uyutmaya sonra. Annem tarladayken bize ebem bakardı ama böyle mama gibi biraz daha yeni işleri ben yapardım. Ebeler mamadan anlamazdı çünkü. O bizi organik yollardan besler, organik bir şekilde severdi. Koca yaz bu döngüyle geçerdi. Zaman geçtikçe sandalyeye ihtiyaç duymadım. Boyum bir süre sonra anneliğe yetebildi.
Annem akşam ezanından sonra evimizin aşağısındaki fırının yanından gözükünce küçük anneliğimi unutup evlat olurdum birden. Annemin yüzü güneşten kızarmış olurdu. Üstünden başından yorgunluk akardı. Severdi beni elbet ama sevgisini yüzüne yerleştirecek mecali zor bulurdu, anlardım. Yazın olanca sıcağı tepesinden akmış olurdu eve gelene kadar. Üstünde ot ve toprak kokusu. Ot ve toprak kokusu, onu gün boyu bizim saramayışımızın öcünü alır gibi sarardı. Annem fırının orada birkaç dakika durur, ben ona sarılırdım. Göremediğim belki on saatin özlemiyle. Evden uğurlarken biz kokardık. Eve döndüğünde onlar kokardı! Onlar yani köylü kadının evi dışındaki mecburi evlatları. Toprak yani köylü kadının geçim arkadaşı. En birinci komşusu, dostu.
Sofraya tam sekiz kişi diz çökerdik. Yaz akşamında dışarıdan gelen cırcır böceği sesleri ve bilmem nerede harıl harıl öğüten patoz sesi. Uyumsuz bir orkestra sesi ama güzel. Bazen orkestranın uyumsuzluğu hoş görülebilir maksat orkestra olmak değilse. O maksatta değildik koca yer sofrasının başında. Karnımızı güzelce, sorunsuz doyurup kalkmamız lazımdı. Çünkü anne yorgun, çünkü annenin üstüne havalar soğuyana kadar gitmeyecek bir ot kokusu sinmiş. Çünkü sabah olduğunda herkes asli vazifesine: Ben anneliğe, annem tarla yollarına. Ebemse başımızda büyük olmaya.
Zaman istifini bozmaz, öylece devam eder, diyorlar. Geçti mi bir daha geri gelmesi de eksik gedik tamamlaması da zor, diyorlar. Hem kim onu yakalamış da sırtına gem vura, diyorlar. Doğru da diyorlar. Ama ya o kapı önünden yazın her gün, akşam vakti annesini bekleyen çocuk ne olacak? Zaman onu oradan neden ayıramıyor o zaman? Bugün bir parkta yeni biçilmiş çim kokusu alsa parkın bir yerinden sökün edip geliyor beklemeye koyuluyor. Hâlbuki annesi bilmem kaç sene önce gelmiş tarladan. Ne demeye koca koca şehirlerin çocuk dolu ama ıssız parklarının köşesinden olmayan fırının yanından beliriverecek anasını bekliyor o kız çocuğu?
Bir şeyle ilintilemesek, ulamasak anları birbirine, nasıl sahih olarak hatırlayabilirdik geçmişi? Annenin evden ayrılışı, onun arkasına bakmadan yoluna devam edişi, çocuğun onu neredeyse tarlaya varana kadar izleyişi. Annenin toprağa sarılışı, çocuğun dönüşe kadar bir gün önceki hayale sarılışı. Nasıl taşırdık bu kokular olmasaydı toprağımızı, memleketimizi, annemizi olduğumuz yerlere? Yaşlandıkça kaçıp saklanırdı bizden çocukluk. Gelmezdi bir daha. İnsan, çocukluk hâllerinin gözüne bakmadan nasıl yaşardı sonra?
*“Sonra ansızın o hatıra karşımda beliriverdi. Bu tat, Combray’da pazar sabahları Leonie halamın günaydın demeye odasına gittiğimde, çayına ya da ıhlamuruna batırıp bana verdiği bir parça madlenin tadıydı.”
Bu köşe, Marcel Proust’un Geçmiş Zamanın Peşinde adlı eserinden ilhamla hazırlanmıştır.