“Şairlere ise haddi aşan azgınlar uyarlar. Görmez misin ki onlar, her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar ve yapmadıkları şeyleri söylerler!” (Şuarâ, 26/224-226) ayeti indiğinde Abdullah b. Revaha’nın kalbinden damlamıştı acı. Her anını şiirle yoğuran bu ruh, şimdi kelimelerine Rabbin buyruğunu izah edip nasıl söz geçirecekti? Allah, onun da şairlerden olduğunu biliyordu ve bu ayeti buyurmuştu. Katmerli bir hüzün sızlatıyordu yüreğini. “Ben de onlardanım!” Teslim olmuş bir kalbin en derin çığlığıydı bu. Nasıl da simsiyah ve ukde dolu! Nasıl da kifayetsiz bir his çepeçevre sarıyordu tüm benliğini. Düğümlemişti boğazını bir anda kelimeler ve duygular. Öylece duruyordu. Fakat birden uzak dağların eteklerinde sessizce akan nehrin berrak ve serin suları gibi serpilerek yüreğinin alevlenen yerine “Ancak iman edip salih amel işleyen, Allah’ı çok anan ve haksızlığa uğratıldıktan sonra öçlerini alanlar başka.” (Şuarâ, 26/227) ile devam eden vahiy dokunuyordu. Derin bir nefes aldıktan sonra Allah’ı anma arzusuyla yanıp daha çok kelime süslemeye karar vermişti Abdullah. Ömrü İslam uğruna söze dökülen dizelerle bir olmaya başlıyordu artık.
Her yeni gün İslam nuruyla aydınlanırken hakikat uğruna mücadele eden satırlar akıtıyordu Abdullah. Allah’ın elçisinin vahiy kâtiplerinden olmuştu. İlahi kelam emanetini sırtlanmıştı. Nasıl da emin ve ehildi! Bedir, Uhud, Hendek, Hayber, Hudeybiye... Ön saflardaydı hep. Hendekler kazmanın ilhamla kucaklaştığı o gün, müthiş bir şiir dökülüyordu dudaklardan. Nebi ve ashap, Abdullah’ın şiirini okuyordu büyük bir iştiyakla:
Allah bize hidayet etmeseydi eremezdik hidayete,
Ne zekât verir ne namaz kılardık...
Kâfirler saldırdı bize,
Geri durduk fitne çıkarmak istediklerinde...
Can feda sana ya Resulallah, bağışla bizi!
Düşmanla karşılaşma anında, ayaklarımızı sabit eyle ya Rabbî!
Mekke... Sensin emin belde! Sendedir cihanın özeti. Mekke, henüz fethedilmemişti. Hüzün Kâbe sokaklarında kol geziyordu ve hasretle bekliyordu Nebi’sini Safa ve Merve. Mekke’ye girmesi engellenen Müslümanlar müşriklerle yaptıkları anlaşmadan sonra umre için gelebileceklerdi nihayet. O aziz günler gelip çattığında Kureyş’in öfkesi ve kini kabarırken köşe başlarında, Hz. Peygamber ve ashabı görünmüştü ufukta. Kumun kızgın sıcağında aheste aheste yürüyen Kasva’nın yularını çeken bir şairdi. Kelimelere sevgi giydirerek Hz. Peygamber’e (s.a.s.) içini döküyordu. Bir meltem havasında eserken şiirler, Hz. Ömer: “Bu Allah’ın elçisine saygısızlık değil de nedir?” diye hiddetlenerek susturmak istemişti Abdullah b. Revaha’yı. Fakat Resul memnundu Abdullah’tan ve dudaklarından dökülen şiirlerden. “Onun sözleri oklardan daha tesirlidir.” buyurarak Ömer b. Hattab’ı teskin etmişti. Kelimeler nasıl da huzurlu sokuluyordu Nebi’nin mübarek kulaklarına. “Şüphesiz kardeşiniz batıl ve boş söz söylemez.” diyordu.
Bir öğle namazının ardından Hz. Peygamber (s.a.s.) 3 bin kişilik İslam ordusunu hazırlıyordu Mute Seferi’ne. Hz. Peygamber’in (s.a.s.), Bizans İmparatoru’na bağlı olan Busra emirine gönderdiği elçi şehit edilmiş ve İslam’a davet mektubu da yırtılmıştı. Sancak Zeyd bin Harise’ye teslim edilmişti. Ve Nebi ashabına dönerek “Zeyd şehit olursa sancağı Cafer alsın. O da şehit olursa sancak Abdullah b. Revaha’nındır. Şayet Abdullah da şehit olursa sizler içinizden birini komutan seçersiniz!” demişti. Şehadet şerbetini içmek için üç yiğit sıralanmıştı bile. Abdullah’ın şiirleri artık bir ömre bedel olabilirdi. Ordu yola koyulduğunda bir ağlama sesi işitildi. Abdullah b. Revaha’nın gözleri yaşlıydı. Oradakiler “Niçin ağlıyorsun?” diye sordular. “Yemin ederim, dünyaya karşı bir damla sevgim yok. Sizin de yok biliyorum. Fakat Resulullah’tan şu ayeti dinlemiştim: ‘(Ey insanlar!) Sizden cehenneme varmayacak hiç kimse yoktur. Rabbin için bu, kesin olarak hükme bağlanmış bir iştir.’ (Meryem, 19/71) İşte bu yüzden mutlaka cehenneme gireceğimi düşündüm. Doğrusu girdikten sonra çıkıp çıkamayacağım da belli değil.” Bu sözleri söyledikten sonra Revaha’nın yine bir dize dökülüvermişti dudaklarından:
Oysa ben Rahman’dan mağfiret istiyorum,
Bir de ta yüreğe işleyen dehşetli bir yara...
Yol uzun ve meşakkatliydi. Ancak yürekler mutmain ve sürurda ilerlerken Bizans ordusunun Müslümanların neredeyse beş katı bir kalabalıkta olduğu haberi yayılmıştı ordunun arasında. Tedirginlik sarmıştı herkesi içten içe. Ve Abdullah b. Revaha yine sözü kuşanarak ne kadar güçlü bir hatip olduğunu göstermişti: “Hoşunuza gitmeyen bu haber, tam da şehadet özlemiyle buralara gelme nedeninizdir. Biz düşmana karşı sayıyla değil, ancak Allah’ın ihsan ettiği imanla savaşabiliriz. Önünüzde iki güzelden biri var: Şehadet ve zafer!” diyerek azmini ve kararlılığını sabitlemişti komutasındakilerin. Öyle ya iman varsa zafer de vardı.
Savaş başlamıştı ve önce Zeyd b. Harise, peşinden Cafer b. Ebu Talib şehit olmuştu. Sırasının geldiğini gören Abdullah b. Revaha:
“Ey nefis! Bakıyorum cenneti hiç istemiyorsun,
Boş bunlar, kalbim mutmaindir ki sen,
Su kırbasındaki bir damla susun.
Ey nefis çarpışmasan da bir gün öleceksin!