1. Ramazan Dikmen çok genç yaşta vefat etmesine rağmen ardında iki öykü bir de deneme kitabı bırakmıştır. Çağdaşlarının aksine seyrek denilebilecek aralıklarla öykü yayımlasa da görece hacimli diyebileceğimiz daha da önemlisi içerik olarak çok zengin metinler kaleme almıştır. Kıyıya Vuranlar 1996 ve Afife Ablanın İncileri ise 1997 yılında okur karşısına çıkmıştır. İlk kitabı aynı yıl Türkiye Yazarlar Birliği tarafından ödüllendirilmiştir. Yazdığı öyküleri tarif ederken şöyle diyor yazar: “Benim hikâyelerim, bir anlamda kendi kendini yazan hikâyelerdir. Önceden ölçülüp biçilen bir şekilde kurgulanmış, planlanmış hikâyeler değildir. Dolayısıyla daha önceden belli olmayan, ama yazarak ulaşılan bir macerayı içerir.”
2. Öykülerinde bilinç akışı dikkat çekecek kadar ön plandadır. Yazar, toplumu oluşturan temel unsurun birey olduğunun farkındadır. İçeriye, kabuk bağlamış yaralara, devinip duran sızılara, ince bir bakış fırlatır. Bunu yaparken toplumu da ıskalamaz. Bilakis böylece bir toplum fotoğrafı çekebilmiştir. Şehri, taşrayı her yanıyla ele alır. Kurduğu atmosferi kahramanın gözünden süzerken, insanın tabiatına aykırı davranmaz. Böylece ortaya derin bir öykü toplamı çıkar.
3. Ramazan Dikmen kahramanlarını, ıskalanmış, hayatla arasına mesafe koyan, utangaç, silik, üzgün, duygusal tiplerden seçer. Ancak bu tiplerin hemen hemen tamamı fıtratlarından yola çıkarak kendilerine yeni bir dünya kurabilmişlerdir. Bu dünya tıpkı yazarın öyküleri gibi yazıldıkça/yaşandıkça kendi yolunu bulur. “Başını usulca kaldırıyor. Gözlerini karşıdaki boş duvara çeviriyor. Bakışları bulanık ve kayıp. Gülümsüyor. Herkesin görmediği bir şeylerin farkında olma ayrıcalığına ermiş insanların acımalı hoşgörüsüyle.”
4. Necip Tosun, yazar için, “Kuşağının pek çok yazarından önce, öykünün ağırlıklı olarak bir dil olayı olduğunu fark etmiştir.” der. Bu durum neredeyse tüm öykülerinde kendini belli eder. Kullandığı dilin sade oluşu, kelime seçimleri (yeğni, esrik, kunt), okuru yormayan tasvirleri âdeta sehl-i mümteni’ye örnek oluşturacak cinstendir. Dışarıdan bakıldığında basit görünen, ancak ayrıntılara girdiğinizde büyük bir ırmağın çağıldadığını gördüğünüz, şiddetli bir fırtınaya yakalandığınız, metrelerce yağan kara hayranlıkla baktığınız bir izlenceye dönüşür yazılanlar. Dildeki bu zarafet öykünün tüm unsurlarına da sirayet eder. Kahramanlardan mekân seçimine, olaylardan diyaloglara kadar.
5. Ramazan Dikmen dünyada meydana gelen olaylara sessiz kalmaz. Sovyet Rusya’nın Afganistan’ı işgali, İran-Irak Savaşı, 12 Eylül darbesi öykülerinde yer alır. Ancak bu yer alma tek başına bir itirazdan ziyade entelektüel bir zeminde tartışılır. İnsanın dünyadaki varlığı, dünyaya dair tasarısı toplumsal hafızanın sınırları içinde yeni bir yol ve bir çıkış teklifi olarak sunulur. Bu olaylar bir vakıa olarak tartışılırken Müslüman’ın varlığının sorgulandığı öykülerle benzerlik gösterir. Modern dünyanın içinde yaşamaya çalışan insanın buruk hikâyesidir bu.
6. Ankara ve İstanbul iki uçtur onun için. Yazar İstanbul’a hayrandır. Ankara’nın puslu havasını sevmez. Geniş çerçeveden bakıldığında öykü atmosferi Ankara’yı anımsatsa da ümidini saklı tutar ve bir çıkış yolu arar. Buradaki çıkış yolu İstanbul’dur. İstanbul’un dokusu, inceliği, içtimai hayat içindeki rolü, edebî kamusu gündemindedir. Çünkü İstanbul payitahttır ve hep güzellikle anılmıştır. Oysa Ankara oluşturulmuştur, yapaydır. Sürprizsiz ve durağandır. “Ankara sana göre, bize göre yer değil oğlum. O kent kısırlaştırır adamı, bitirir, tüketir. İstanbul’da bir okul kazanmanı isterdim. İstanbul’un insanı yenileyen, çoğaltan bir yanı her zaman vardır. Bir yürek kenttir İstanbul. Askeriyle, şairiyle, mimarıyla bir uygarlığın erlerini düşün oğlum. Onların damarlarındaki aşkı, esini, gücü bu kent besledi yüzyıllar boyu.”
7. Ömer Lekesiz, “İroni, Ramazan Dikmen hikâyelerinde mühim bir meseledir. Ramazan Dikmen’in hemen her hikâyesinde ironi bir şekilde yer alır.” der bir yazısında. Özellikle altını çizmek gerekir, buradaki ironi mizaha yakın değildir. Aksine mizahın tam tersi istikamettedir. Çünkü Dikmen, ironik üslubunu reddiye, acı, hesaplaşma, sorgulamayla besler. Bu durum bazen öykülerin tamamına sirayet ederken bazen de kahramanların diyaloglarına yansır. Buradan bakınca ondaki ironi, bir varoluş biçimidir. “Defter” hikâyesinde anı defterini dolduran askerlik arkadaşlarının Hüsnü için yazdıkları, ironinin tüm öyküye yansıdığını gösteren en net öykülerden biridir.