Ali Işık “insan Özne Olmayı Ancak Bir Hikâyesi Olduğunda Elde Edebilecektir.

Zaman değişiyor, coğrafyalar değişiyor, meseleler değişiyor, diller değişiyor ama insanın anlatma ihtiyacı değişmiyor. Editörlüğünü yaptığın kitabın adına atıfla başlamak istiyorum: İnsan neden hikâye anlatır?

İnsan kendini bilmeye başladığı andan itibaren anlatmak zorunluluğuyla karşı karşıya kalır. Anlatma zorunluluğu aynı zamanda insanın anlamaya başlamasının bir sonucudur. İnsan içinde yüzdüğü hikâyeleri fark ettiği andan itibaren farkında olsun ya da olmasın, tercihleriyle kendi hikâyesini aramaya, kavradıkça da bu hikâyeyi örmeye başlar. İnsanın hikâyeyi örme biçimi, kendini anlama biçimini de etkiler. İnsanın anlamla ilişkisi büyük oranda hikâyeler üzerinden gerçekleşir. Kurduğu hikâyeler insana yaşadığı ânı anlamlandırma, geçmişi hatırlama, geleceği öngörebilme olanağı sağlar. Kendi varlığını hikâyelerle anlayan, inşa eden insanın bütün gayreti, içinde bulunduğu büyük hikâyeyi anlama ve anlatma çabasıdır. Bütün bunlar bir tercihten çok zorunluluktur.

Kendinden önceki hikâyelerin nesnesi olan insanın -ölümsüzlük duygusuyla- kalıcı özne olma çabası, onu yeni hikâyeler kurmaya zorlar. İnsan özne olmayı ancak bir hikâyesi olduğunda elde edebilecektir. İnsanın hikâye anlatma motivasyonunun temeli buna dayanır. İnsanın özne olabilme gayreti onun hikâyesini ve dolayısıyla yolculuğunu belirler. O, hayatta sert ve köşeli olarak adlandırılan gerçeklik duygusundan hikâyeler sayesinde uzaklaşabilir. Hikâye, gerçekliğin baskılarını azaltarak hayatı anlaşılabilir ve yaşanabilir hâle getirir. Ayrıca insanın özne olma çabası, “hiç” olma duygusundan kurtulma hamlesidir.

Hikâyesi kadar nefes alabilen insan, bu soruya her zaman tutunmuş, bulduğu cevapların muhtevasıyla sorunun kendisi kadar ilgilenmemiş. Dolayısıyla “İnsan neden hikâye anlatır?” sorusuna verilecek cevaplardan daha mühimi sorunun bizzat kendisidir. Bu, insanı ayakta tutan bir sorudur.

Danimarkalı filozof Kierkegaard yazıyı ölüm karşısında bir varoluş uğraşı olarak tanımlarken kendini Binbir Gece Masalları’nın efsunlu masal anlatıcısına benzetiyor: “Şehrazat hayatını masal anlatarak kurtarmıştı, ben de hayatımı yazarak kurtarıyorum.” Gerçekten de doğduğumuz andan itibaren bilerek ya da bilmeyerek ölümle terbiye edilen, ölümle şekillenen, ölümle sindirilen, ölümle kışkırtılan bir dizi eylemin içinden geçeriz. Peki, yazmakla ölüm arasında nasıl bir gerilim, alışveriş veya etkileşimden söz edebiliriz?

Yazmak, ölümün yıkıcı gücünü bertaraf etmeye, onarıcı gücünü öncelemeye teşebbüs etmektir, diyebiliriz. Ölümün, gerçeklik düşüncesini sınırlarından taşırarak insanı hiçliğe mahkûm eden bir tarafı var. Aşırı gerçeklik düşüncesi zamanla insanı varoluş gayesinin uzağına taşıyan bir hâl alıyor. Yazmak bu sınırları tekrar onarmanın bir yolu. Tarkovski “Sanatın amacı, insanı ölüme hazırlamaktır.” derken sanırım bu sınırların onarılmasından bahsediyor.

Yazar özne olmanın, kalıcı hâle gelmenin uğraşını verirken en büyük çatışmayı ölüm duygusuyla yaşıyor. Bütün sanatçıların göbekten bağlı olduğu duygu öyle ya da böyle ölüm duygusudur. Ölüm duygusu sanatçının doğal gerilim alanıdır. Besleneceği yer de çürüyeceği yer de orasıdır. Yazara, söylemediğinde öleceğini düşündüren duygu bu gerilimin zirvesidir.

Ingeborg Bachman, “Kendisini yeni bir şeymiş gibi hissetsin diye dille oynayıp durursanız öcünü hemen alır ve foyanızı ortaya çıkarır.” diyor. Senin de dile dair bir dikkatin, hassasiyetin olduğunu biliyorum. Sanatçı, dille arasındaki münasebette nelere dikkat etmelidir?

Dille biçim birbirinin aynasıdır. Dil biçimi, biçim dili kendinde gösterir. Hikâye, biçimiyle birlikte doğar. Yazar, hikâyeyle birlikte doğan biçimi bozarsa biçimle birlikte hikâyeyi de sahte bir zemine taşır. Büyük hikâyeler büyük manzaralara ve derin bir dil müktesebatına ihtiyaç duyar. Gelen hikâye aynı zenginlikte içine yerleşebileceği bir dili arar. Yazarın dili, dil düşüncesi, kelime dağarcığı yetersizse bu, yeni doğan hikâyeyi zayıflatır. Dil sahteliği kaldırmaz. Yazarın foyası dilinde ortaya çıkar.

Dil aynı zamanda doğurgandır. Yazma esnasında rahat bırakılırsa hikâyeyle doğal yollardan bütünleşecektir. Sanatçının yapacağı iş dilin akışını bozmamak, onu sahteliğe maruz bırakmamaktır. Dil dikkati, yazarın titizleneceği konuların başında gelir. Onu genişletmek, rafine hâle getirmek ve her daim canlı tutmak yazarın başlıca görevidir. Çünkü dil, yazarın duyguyu taşıyacağı kaplarıdır.

Yazmakla yaşamanın birbiriyle uzlaşmayan, birbirini iten, birbirinin ayağına basan bir karşıtlığı söz konusu mudur? Cemil Meriç, “Güller, menekşeler, krizantemler bir mevsimlik, kelimeler Paros mermerinden daha ebedî” diyordu. İsmet Özel ise “Yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç şiir?” dizesiyle dâhil oluyor meseleye. Sence yaşamak ve yazmak birbirinin nesi olur; bu kıskanç ikilinin yazara armağan ettiklerinden, yazardan eksilttiklerinden söz eder misin?