Zaman değişiyor, coğrafyalar değişiyor, meseleler değişiyor, diller değişiyor ama insanın anlatma ihtiyacı değişmiyor. Editörlüğünü yaptığın kitabın adına atıfla başlamak istiyorum: İnsan neden hikâye anlatır?
İnsan kendini bilmeye başladığı andan itibaren anlatmak zorunluluğuyla karşı karşıya kalır. Anlatma zorunluluğu aynı zamanda insanın anlamaya başlamasının bir sonucudur. İnsan içinde yüzdüğü hikâyeleri fark ettiği andan itibaren farkında olsun ya da olmasın, tercihleriyle kendi hikâyesini aramaya, kavradıkça da bu hikâyeyi örmeye başlar. İnsanın hikâyeyi örme biçimi, kendini anlama biçimini de etkiler. İnsanın anlamla ilişkisi büyük oranda hikâyeler üzerinden gerçekleşir. Kurduğu hikâyeler insana yaşadığı ânı anlamlandırma, geçmişi hatırlama, geleceği öngörebilme olanağı sağlar. Kendi varlığını hikâyelerle anlayan, inşa eden insanın bütün gayreti, içinde bulunduğu büyük hikâyeyi anlama ve anlatma çabasıdır. Bütün bunlar bir tercihten çok zorunluluktur.
Kendinden önceki hikâyelerin nesnesi olan insanın -ölümsüzlük duygusuyla- kalıcı özne olma çabası, onu yeni hikâyeler kurmaya zorlar. İnsan özne olmayı ancak bir hikâyesi olduğunda elde edebilecektir. İnsanın hikâye anlatma motivasyonunun temeli buna dayanır. İnsanın özne olabilme gayreti onun hikâyesini ve dolayısıyla yolculuğunu belirler. O, hayatta sert ve köşeli olarak adlandırılan gerçeklik duygusundan hikâyeler sayesinde uzaklaşabilir. Hikâye, gerçekliğin baskılarını azaltarak hayatı anlaşılabilir ve yaşanabilir hâle getirir. Ayrıca insanın özne olma çabası, “hiç” olma duygusundan kurtulma hamlesidir.
Hikâyesi kadar nefes alabilen insan, bu soruya her zaman tutunmuş, bulduğu cevapların muhtevasıyla sorunun kendisi kadar ilgilenmemiş. Dolayısıyla “İnsan neden hikâye anlatır?” sorusuna verilecek cevaplardan daha mühimi sorunun bizzat kendisidir. Bu, insanı ayakta tutan bir sorudur.
Danimarkalı filozof Kierkegaard yazıyı ölüm karşısında bir varoluş uğraşı olarak tanımlarken kendini Binbir Gece Masalları’nın efsunlu masal anlatıcısına benzetiyor: “Şehrazat hayatını masal anlatarak kurtarmıştı, ben de hayatımı yazarak kurtarıyorum.” Gerçekten de doğduğumuz andan itibaren bilerek ya da bilmeyerek ölümle terbiye edilen, ölümle şekillenen, ölümle sindirilen, ölümle kışkırtılan bir dizi eylemin içinden geçeriz. Peki, yazmakla ölüm arasında nasıl bir gerilim, alışveriş veya etkileşimden söz edebiliriz?
Yazmak, ölümün yıkıcı gücünü bertaraf etmeye, onarıcı gücünü öncelemeye teşebbüs etmektir, diyebiliriz. Ölümün, gerçeklik düşüncesini sınırlarından taşırarak insanı hiçliğe mahkûm eden bir tarafı var. Aşırı gerçeklik düşüncesi zamanla insanı varoluş gayesinin uzağına taşıyan bir hâl alıyor. Yazmak bu sınırları tekrar onarmanın bir yolu. Tarkovski “Sanatın amacı, insanı ölüme hazırlamaktır.” derken sanırım bu sınırların onarılmasından bahsediyor.
Yazar özne olmanın, kalıcı hâle gelmenin uğraşını verirken en büyük çatışmayı ölüm duygusuyla yaşıyor. Bütün sanatçıların göbekten bağlı olduğu duygu öyle ya da böyle ölüm duygusudur. Ölüm duygusu sanatçının doğal gerilim alanıdır. Besleneceği yer de çürüyeceği yer de orasıdır. Yazara, söylemediğinde öleceğini düşündüren duygu bu gerilimin zirvesidir.
Ingeborg Bachman, “Kendisini yeni bir şeymiş gibi hissetsin diye dille oynayıp durursanız öcünü hemen alır ve foyanızı ortaya çıkarır.” diyor. Senin de dile dair bir dikkatin, hassasiyetin olduğunu biliyorum. Sanatçı, dille arasındaki münasebette nelere dikkat etmelidir?
Dille biçim birbirinin aynasıdır. Dil biçimi, biçim dili kendinde gösterir. Hikâye, biçimiyle birlikte doğar. Yazar, hikâyeyle birlikte doğan biçimi bozarsa biçimle birlikte hikâyeyi de sahte bir zemine taşır. Büyük hikâyeler büyük manzaralara ve derin bir dil müktesebatına ihtiyaç duyar. Gelen hikâye aynı zenginlikte içine yerleşebileceği bir dili arar. Yazarın dili, dil düşüncesi, kelime dağarcığı yetersizse bu, yeni doğan hikâyeyi zayıflatır. Dil sahteliği kaldırmaz. Yazarın foyası dilinde ortaya çıkar.
Dil aynı zamanda doğurgandır. Yazma esnasında rahat bırakılırsa hikâyeyle doğal yollardan bütünleşecektir. Sanatçının yapacağı iş dilin akışını bozmamak, onu sahteliğe maruz bırakmamaktır. Dil dikkati, yazarın titizleneceği konuların başında gelir. Onu genişletmek, rafine hâle getirmek ve her daim canlı tutmak yazarın başlıca görevidir. Çünkü dil, yazarın duyguyu taşıyacağı kaplarıdır.
Yazmakla yaşamanın birbiriyle uzlaşmayan, birbirini iten, birbirinin ayağına basan bir karşıtlığı söz konusu mudur? Cemil Meriç, “Güller, menekşeler, krizantemler bir mevsimlik, kelimeler Paros mermerinden daha ebedî” diyordu. İsmet Özel ise “Yaşamayı bileydim yazar mıydım hiç şiir?” dizesiyle dâhil oluyor meseleye. Sence yaşamak ve yazmak birbirinin nesi olur; bu kıskanç ikilinin yazara armağan ettiklerinden, yazardan eksilttiklerinden söz eder misin?
Yaşama tutunmak, gerçeği sadece gördüğümüz kadarıyla kavramak, var oluşumuzu yaşadıklarımızdan ibaret sanmak gibi bir yanılgının içerisinden yazmak, yazının ömrünü kısaltır. Hayatta görünenin ötesine uzanabilmek için kalemin ucuyla oraları kurcalarız. Yazarak, anlama gelmeyen yerde dolaşır, oralarda keşiflere çıkarız. Yani yaşamayı keşfedebilmek için yazarız.
Yazmak, dikey bir hayata erişmenin yollarından biridir. Yazara yatay hayattan bir nebze olsun kurtulma imkânı verir. Yazarın eyleme yüklediği anlam mühimdir. Edebiyat metinleri, yazarını bir yerden başka bir yere (daha yüksek ya da derin bir yere) taşımalıdır. Onu taşıdığı yerde gezdirmeli, o güne kadar pek az karşılaştığı duyguları hissettirmelidir. Yazarına bu hisleri yaşatmamış metin okura ne yaşatabilir?
Yazarak yaşamın karanlık diplerini keşfetme imkânı buluruz. Çünkü yazmak, yazara bir nebze de olsa durma ve düşünmeye odaklanma imkânı sağlar. Yazarın bakış açısı bu imkânın sonucunu belirler. Okları öncelikle kendine çevirmeyen, okura ve yazıya teslim olmuş yazarın yazdıkları hayatla arasındaki mesafeyi genişletmekten başka bir işe yaramaz. Yazarla hayat arasına puslu bir cam gibi giren yazı, yazarın görüşünü bulandırır. Berrak bir şekilde göremeyen yazarın kendisiyle mesafesi açılır.
“Hikâyeler bize çitin öte tarafından haber verir.” diyorsun. İlk öykünü yazdığın andan bugüne, çitin ötesinden gelen haberler değişiyor mu? Ya da şöyle ifade edeyim: En baştaki Ali Işık’la bugünkü Ali Işık arasına onca öykü, yazı ve okuma girdi; bu süre zarfında neler değişti senin dünyanda, edebiyata bakışında?
Çitin öte tarafından kasıt, gerçeğin ya da gerçek zannettiğimizin arka yüzüdür, uzaklardır, uzanabildiğimiz alanın dışıdır. Hikâyeler bize oralardan haberler verir. Bu haberlerin bilgi değeri olmayabilir. Biz hikâyeler aracılığıyla uzaklarda neler olduğunu duyar, çitin öbür tarafından bu tarafa bakan insanların duygularını hissederiz. Bu duygular bize bir taraftan burada olmanın güvenini hissettirir, diğer taraftan uzakları merak ettirir. Bu duygu hareketlenmesi bize yarı ölü hâlden kurtulma imkânı verir.
Öykü yazmak, dünyada kendine duracak bir yer belirlemeyi zorunlu kılıyor. Hayata oradan bakıyorsunuz. Hikâye insanın hayatla daha derin ilişkiler kurmasını sağlıyor. İnsanın hayatla kurduğu bu organik ilişki kendini bilmek istemesiyle ilişkili. İnsanın kendini aramasının farklı yolları var tabii ki. Öyküyle meşguliyet bunlardan sadece biri. Öyküyle uğraş benim için öncelikli olarak kendimi ve dolayısıyla insanı anlama gayreti. Yani başlı başına bir arayış. Ne bulacağını bilmeden bir arayış. İnsan kendini görebilmek için kendine dışarıdan bakabileceği bir göze ihtiyaç duyuyor. Kendini anlama ve anlatması başka bir bakış açısıyla mümkün hâle geliyor. “Öteki”ni anlamadan kendini anlamak oldukça güç. Öykü bana “öteki”ni anlamada dolayısıyla kendimi anlamada önemli imkânlar sundu. Okura da sunacağını düşündüğümden yazmaya devam ediyorum, diyebilirim. Yazmasaydım hiçbir şey olmazdı. Hayat aynı şekilde devam ederdi. Belki aramaya başka yollardan devam ederdim.
Hayat bir nehrin içinde ileriye doğru kulaç atmaya benziyor. Nehirden arada çıkıp nehre, nehrin debisine, nehirde kulaç atan ötekilere bakma fırsatı kolay kolay yakalanmıyor. Bu fırsatı hakkıyla değerlendirdim mi? İşte ondan emin değilim. Yazarak ve okuyarak durmayı, durup bakmayı, bakıp görmeyi denedim. Denemeye devam ediyorum. Edebiyatın bana abartılacak bir şey kazandırdığını düşünmüyorum ama yürüyebileceğim patikaların önündeki perdeleri biraz olsun açtığını söyleyebilirim. Tabii ki bu da önemli bir şeydir.
Beni Hikâyeden Çıkart, Üç Günlük Dünyanın İkinci Günü… Öykülerindeki katmanlılık, birkaç okur türünü aynı anda muhatap alacak cinsten. Yanılıyor muyum? Bu soruya bir ekleme daha yapayım: Öyküleri kaleme alırken kime ya da kimlere yazdığını hayal edersin?
Söz tutunabilmek için muhatap ister. Karşımda öncelikli olarak ben oluyorum. Karşılıklı dertleşiyoruz. Benim dışımda bilmediğim birileri de elbette oluyor ama karşımdakileri tanımıyorum. Tanıdığım bildiğim birileri olduğunda metne etkileri olacağını düşünüyorum. Yani karşımda tanımadığım, belirsiz kimseler var. Ayrıca yazarın öyküde okura alan bırakması gerektiğini düşünüyorum. Yazar okuru da yolculuğuna katabilmeli. Her şeyin söylendiği, okura alan bırakılmayan öykülerin okur tarafından ciddiyetle okunduğu kanaatinde değilim. Okur iyi metni okumaya başladığını yazarla birlikte yürüdüğünü hissettiğinde anlıyor. Bu tür metinleri yazabilmek için de yazarın karakterle ve o hayalî okurla konuşabilmesi, metni birlikte inşa edebilmeleri gerekiyor.
Üç dilli bir anlatımı başından beri önemsiyorum. Her okurun anlayabileceği bir ilk katman, gayretkeş okurun anlayacağı ikinci bir katman ve erbabının anlayacağı üçüncü bir katman. Yazar, erbabı oradan yazmaya devam etsin ister. Genişletsin. Uzaklara taşısın. Bazı yazarların metinlerinde bu tür örtülmüş, devam edilsin diye oraya ekilmiş çekirdekleri fark ederiz. Bir yazar bunların hesabını yapabilir. Ama yazarın muradı gerçekleşir mi bilinmez. Çünkü metnin kendi kaderi oluyor. Metnin kaderi bizim hayallerimizle pek örtüşmüyor. Dolayısıyla birileri için yazmayı hayal etseniz de metnin yolculuğu farklı şekilde tezahür ediyor.
“Hızır mıydı O?” öykünde Musa ve Hızır’ın modern dünyada bambaşka bir bağlamda karşılaşmasını konu ediniyorsun. Her köşe başından yaşam koçlarının, terapistlerin, danışmanların sökün ettiği; herkesin her şeyi bildiği, bilmese de bilir gibi yaptığı bir çağda yaşıyoruz. Öyküdeki derin göndermelerden hareketle soracak olursak; modern insanın yaralı ruhu bu Hızır’sızlığını neyle, nasıl teselli edecek?
Kitabın çok ortasından bir soru. Herkes birilerinin Hızır’ı olmaya talip olduğunda mesele biraz daha sakinleşiyor. Hızır olmaya talip olmayan Hızır’ı da fark edemez. Modern insan, kendini dünyadan fazlasıyla alacaklı hissediyor. Bu hâl, onun ruhunun yarasını kanatıyor. Gözlerindeki perdeler kalınlaşıyor. Göreceği varsa da göremiyor.
Yazdığımız metinler modern insana şifa oluyor mu, derdine derman oluyor mu, bunun üzerinde durmak gerekiyor. Yazarın gürültüyü, kötülüğü çoğalttığını hissettiğinde durması ve susması lazım. Ama bunu nasıl hissedecek? Gürültünün içinde ses nasıl hissedilebilir, değil mi? Bir de bugün Hızır olması gerekenlerin dilinden eskiye övgü eksilmiyor. Tamam, eskiden insanlar yaralı ruhlarını dindirecek Hızır’la karşılaşıyorlardı. Ama biz şimdi ve burada yaşıyoruz. Şimdi ve burada. Hızır aramızda. İçimizden birileri belki. Belki de uzaklarda. Bize yaklaşamıyor.
“Modern insanın yaralı ruhu bu Hızır’sızlığını neyle, nasıl teselli edecek?” sorusuna buradan cevap vermek zor. Bazı soruların cevaplarından ziyade kendileri önemlidir. İnsana cevaplar değil sorunun kendisi yeni kapılar açar. Bu da sanırım böyle bir soru. Israrla bu sorunun dibinde beklemek gerekiyor. Oradan ya bir Hızır ya da Hızır’a ihtiyaç duyan biri geçecektir.
Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı (YTB) bünyesindeki görevin dolayısıyla bana kalırsa yazmak kadar anlamlı bir görev daha icra ediyorsun. Diasporadaki Türk gençlerin ve Balkanlardaki kalemlerin keşfi ve eğitimi noktasında sürdürülen faaliyetler, bizim uzun yıllar ihmal ettiğimiz bir alanın yeşermesine vesile oluyor. Bu çalışmalar hakkında neler söylersin?
Avrupa’daki genç yazarlarla Telve dergisini, Balkanlardaki genç yazarlarla Bağlar dergisini çıkartıyoruz. Düşünceyi ve edebiyatı merkeze alan faaliyetlerimiz oluyor. Şu kadarını söyleyeyim: Avrupa’da ve Balkanlarda Türkçe yazan, Türkçe düşünen önemli yazarlar yetişiyor. Diaspora Türk edebiyatı ve Balkan Türk edebiyatı çok yakın zamanda Türk edebiyatında geniş bir alana yerleşecek. Arkadaşlarımız sağlıklı bir edebiyat yolculuğundalar.
Günümüz öykücülüğünü de takip ediyorsun. Neler söylemek istersin? Bugünün öykülerinde fazlalıklarıyla veya eksiklikleriyle gözüne batan, seni rahatsız eden şeyler neler?
Yazılan öykülerin bazılarının hikâyesi, derdi, meselesi, özü, çekirdeği, artık ne diyeceksek, o yok sanki. Bazı eserlerde dil dikkati oldukça problemli. Eskiden dergiler yeni yazmaya başlayan yazarların yetişme yerleriydi. Âdeta okuldu. Şimdi bu aşama ıskalanıyor. Öyle, genç yazarlara katkı sağlayacak çok dergi de kalmadı. Kalanların da çoğu ocak olmaya talip değil. Günümüzde çok öykü yazılıyor. Mesele öykünün çok yazılması değil aslında. Nitelikli öykünün azalması. Öykünün okura ulaşmadan herhangi bir eleştiriye, düzeltiye tabi tutulmaması. Günümüz genç yazarlarının bir kısmının, bir yolculuğa talip olmaması. Yoksa neticede iyi edebiyat metni her zaman gayretli okur tarafından keşfedilir. Bir şekilde bugüne bir şey söyler ve yarına da kalır. Bahsettiğiniz öykü enflasyonun tehlikesi okuru vasatla oyalıyor. Edebiyat metni dil bakımından da tema bakımından da damıtılmış metinlerdir. Demlenme ve damıtma işlemine pek zaman ayrılmadığını söyleyebilirim. Diğer taraftan da öykü çeşitlendi, zenginleşti. Çok nitelikli öykü kitapları da çıkıyor. Ama onlara ulaşmak için biraz aramak gerekiyor. Buradan bir hayır murat edilebilir belki. Her şeye rağmen geleceğe dair umutluyum. Sel gidecek kum kalacak.