“Son olarak şunu da söylemeden geçmeyeyim.” dediği hâlde beşinci kez başka başka konulara dalmıştı Başkan Bora. Salondaki dinleyiciler nokta koymasını beklerken o yeni bir paragraf açıp kurduğu cümlelerin içinde kaybolup gidiyordu. Kendisine sorsan çok iyi bir hatipti, insanları konuşmasıyla etkilemekte mahirdi. Hâlbuki durum hiç de öyle değildi. Bakışlarını arkaya doğru uzattığında sağlı sollu insanların uyukladığını görüp morali bozuldu. Daha fazla uzatmanın bir anlamı yoktu. Altıncı kez aynı cümleyi tekrarlayarak sadede gelmeyi denedi: “Ezcümle saygıdeğer hazırun, diyeceğim odur ki insanlığın huzur ve mutluluğu için güçlü bir oluşuma ihtiyacımız var. Âkil insanlarımızdan teklif ve tavsiyeler bekliyorum. Böylesine bir güçlü oluşum için önerisi olan var mı?”
Ön sıralarda protokol görüntüsü veren kerli ferli adamlar “âkil” ifadesini duyar duymaz birbirlerine baktılar. Sanki herkes o âkil insanı kendisi dışında birilerinde arıyordu. Salonun orta bölümlerinden Merbud Bey isimli kasabanın kereste tüccarı bir adam, vazifesine sadık muvazzaf edasıyla ayağa kalktı. Hareket ve mimiklerinde “Aradığınız o kişi benim!” demek ister gibi bir hâl vardı. Yüksek perdeden konuşmaya başladı. Küresel ısınmadan ozon tabakasının delinmesine, kıta sahanlığı meselesinden yapay et mevzuuna kadar dokunmadığı konu kalmamıştı. Başkan Bora demin uzun uzun konuşan kendisi değilmiş gibi Merdub Bey’e müdahale etti: “Lütfen sadede gelelim!”
“Tam da oraya geliyorum.” diyerek hiç aldırış etmez bir tavırla karşılık verdi Merdub Bey.
Merdub Bey sözün büyüsüne kendisini öyle kaptırmıştı ki sağdan soldan gelen homurtulara hiç kulak asmıyordu bile. Bu arada Körfez Savaşı, Yıldırım Akbulut hükümeti, hububat ihracatı, kenevir ekimine kadar ne var ne yok birçok şeyi anlatıvermişti Merdub Bey. Başkan Bora ikinci kez müdahalede gecikmedi: “Beyefendi öneriniz nedir? Bize ne tür bir oluşum tavsiye edersiniz?”
Merdub Bey “al sana öneri” der gibi sözünü yuvarlayıverdi: “Yarınlarda Buluşalım Platformu diye bir platform kuralım. Bu sayede insanlığın özlediği mutluluğu sağlamış oluruz.”
Başkan Bora sözü iyice uzatır endişesiyle Merdub Bey’e “Niçin, neden, niye?” gibi sorular sormak istemedi. Salondakilere başka teklifleri olup olmadığına dair sorusunu bir kez daha yineledi. Kasabanın en itibarlı lisesinin müdürü Zerdali Hanım epeydir söz almak için parmak kaldırmış, fakat duvar tarafında kör bir noktada olduğu için, bir de boyunun kısalığından dolayı gözden kaçmıştı. Zerdali Hanım mikrofonu bir önceki konuşmacının elinden bir daha bırakmayacakmışçasına kaptığı gibi konuşmaya başladı: “Sayın Başkan, kıymetli kasabalılar! Programın başından beri parmak kaldırdığım hâlde ne hikmetse söz hakkımı kullanamadım. Birlik beraberliği böyle mi sağlayacağız sayın başkan? Hâlâ kapı önlerimiz çamur içinde, parke döşemek çok mu zor?”
Başkan Bora, Zerdali Hanım’ın sözünü bıçak gibi kesti: “Bir dakika hanımefendi, kimsiniz, ne iş yaparsınız, nerede oturuyorsunuz bilmiyorum ama galiba beni başkasıyla karıştırdınız. Ben bu kasabanın belediye başkanı değil Sivil İnisiyatif Kurulu başkanıyım. Bir tek amacım var elbirliği ile yaşanılır bir şehir modeli oluşturmak. Bunun için de….”
Tam burada Zerdali Hanım’ın sabrı tükenmişti. Kendisi adına birinin yargılar üretmesine daha fazla dayanamadı: “Benim adıma yargı ürettiğinizin farkında mısınız beyefendi? Elbette sizin kasabamızın belediye başkanı olmadığınızın farkındayım. Cümlemi daha bağlamadan nasıl böyle bir şeye hükmedersiniz? Ben kapı önlerimiz çamur içinde derken oradan bir yere varmak istiyordum, fakat üzülerek söylüyorum ki siz sözümü kestiniz!”
Başkan Bora tartışmayı daha fazla sürdürmek istemiyordu. Ses tonunu yumuşatarak Zerdali Hanım’ı sadede çekmek istiyordu: “Efendim kapı önündeki çamuru aşıp bir yerlere varmanız kolay gözükmese de sizden insanlık ve kasabamız adına bize ne önerebileceğinizi sorsak kabalık yapmamış oluruz umarım.”
Zerdali Hanım, her ne kadar içerisinde ironi barındırsa da bu yumuşak üsluba karşı aynı tonda sesini yumuşatarak karşılık vermekte geri durmadı: “Gün Dündür Oluşumu diye bir teşekkül kurmayı tavsiye ediyorum. Hem eskiler boşuna ‘geçen gün ömürdendir’ diye dememişler. Haksız mıyım efendim?”
Başkan Bora, haklısın der gibi hafifçe başını öne doğru sarkıtmakla yetindi. Bir yandan da kimseyi es geçmemek için gayret sarf ediyordu. O esnada kapıya yakın oturan ve dikkatiyle dikkat çeken bir adama gözü takıldı. Konuşmak için parmak kaldırmıyor da gözleriyle kendi kendine söz hakkı vermiş konuşuyor gibiydi. Arka taraflarda birkaç sandalye boş olduğu hâlde o garip bir şekilde kapı ağzını tercih etmişti. Adam kapının girişine mi yoksa çıkışına mı daha yakındı pek belli olmuyordu. Başkan Bora’nın içinden onu da istişareye dâhil etmek geldi. Şaka ile karışık kapı ağzındaki adama seslendi Başkan Bora: “Hemşerim gözleriniz bizim buralı, ayaklarınız gurbette gibi. Oturmak için kapı ağzını seçmenizin bir hikmeti olmalıdır herhâlde?”
Kapı ağzındaki adam bu söz üzerine sadece gözleriyle değil bütün veçhesiyle gülerek mukabelede bulundu. Bu gülüşte durumundan memnun olan bir adamın sanki güvercin gagasında gönderdiği mesajı saklıydı. Başkan Bora karalıydı kapıya bu denli yakın bir adamın kilitli kapıları açan önerileri ve teklifleri de olmalıydı, ne yapıp edip bunu adamın ağzından almalıydı. Şansını ikinci kez denemek istedi: “Üstadım, sizden bize kasabamızın ve insanımızın mutluluk ve huzuru için bir araya gelip oluşturabileceğimiz bir teşekkül önerisi gelirse çok mutlu olacağız.”
Adam beklenmedik biçimde ayağa kalktı. Dilinde sözden ziyade anlamın ışığı parlıyor gibiydi. Konuşmadan da çok şeyler söylenebilir olduğunun kanıtı gibiydi bu hâliyle. Önce neden kapıya yakın oturduğu konusundaki merakları gidermek istiyordu: Sözü hiç yormadan konuşmaya başladı: “Acelem vardı. Kapının dışına yakın oturdum bu yüzden, bağışlayın.” Bir süre sustu. Hırkasının cebine uzandı. Cebinden kökleri incinmesin diye itinayla mahfaza altına aldığı bir fidan çıkarıp kalabalığa gösterdi. “Bu” dedi sadece. Kimsenin bir şey anlamadığını görünce, “Bu fidanı akşam karanlık çökmeden evvel dikmeliyim. Kapıya yakın oturdum ki çıkması kolay olsun.” diye açıklama gereği hissetti. Başkan Bora sormadan edemedi: “İyi de efendim, yarın dikerdiniz, ertesi gün dikerdiniz, ne bileyim yani neden o kadar acele ediyorsunuz ki anlamadık?”
“Haklısın.” dedi adam. Sanki konuşmuyor da dünyanın avlusunda adım adım yürüyor gibiydi. Devam etti: “Başkan Bora kardeşim sen haklısın, ama hakikat benim niyetlendiğim şeyde gizli.”
Başkan Bora adama “Nedir o anlamadım?” der gibi baktı.
“Aciliyetime halel gelmeyecekse şayet anlatayım.” dedi adam.
Salondakiler her bir taraftan “Temin ederiz sizi, aciliyetinize bizim elimizden zarar gelmez.” diye karşılık verdiler.
“Anlaştık o zaman.” dedi adam, sırtı kapıya yaslı, fidanı bir serçe gibi avucunun içinde tutarak anlatmaya başladı: “Bırakınız asırlık çınarları, zeytin ağaçlarını, şu fidan kadar bile bu dünyaya ait değiliz. Her şey göz açıp kapayıncaya kadar bu dünyada. Eşyanın gözü kapıdır. Hem içeri hem dışarı açılır ve kapanır. Ya hayatın dışında kalırız ya ölümün içinde. Avucumuzdaki fidanın zamanı olsa bile bizim zamanımızın olacağının bir garantisi yok. Diyelim dünyanın kapıları bizden yana açıldı, bu kez şu avucumdaki parmak kadar fidanın yaşaması için akşama yetişecek zamanı olur mu bilmeyiz. Anlayacağınız fidanın da biz insanların da toprağa yetişebilme aciliyeti var. Fidanın toprakla yaşadığı serüven yeşermek ise insanınki sararıp solmak ve toprak olmaktır. Aslında dikkatlice yere doğru bakarsanız toprağın da acelesi olduğunu görürsünüz. Boşuna dememişler ‘Toprak hem bitirir hem bitirir.’ diye. Bitmek hem meydana gelmek hem nihayete ermektir. Bitkiler biterler, insanlar biterler, sona ererler. Sona ermek bir erginliktir.”
Başkan Bora bu hikmetli adamın her bir kelimesini nefes almaksızın pür dikkat dinliyordu. Bir an kendisinin de adamın bahsettiği erginliğe ulaştığını hissetti. Durup düşünecek vakti yoktu. Bir tür aciliyet durumuna girmiş gibiydi. Direk söze karıştı: “Üstadım bağışlayın beni. Öyle güzel anlattınız ki aklım avucunuzdaki fidanda kaldı. Gönlüm fidanının avucunuzda kurumasına razı olmaz. Bir an önce onu toprağıyla buluşturun. Hem böylelikle kapının hakkını da vermiş olursunuz.”
Adam bulunduğu yerden iki adım öne çıkarak Başkan Bora’ya dönüp sordu: “Siz sadece haklı değilsiniz, görüyorum ki aynı zamanda hakikate de yakın mesafedesiniz! Bu hakikat, Yüce Nebi’nin dilinden sizin kulağınıza ve kalbinize sirayet etmiş olmalı. Yoksa yanılıyor muyum?”
Heyecandan ne diyeceğini bilemedi Başkan Bora “Bildiklerim bulduklarımdır efendim.” diye cevap verdi.
“Fidanlar toprağa benim gibi ömrünün sonuna gelmişler ise kapıya yakın dururlar.” dedi adam ve devam etti: “Peygamber’in (s.a.s.) şöyle buyurduğu bize kadar ulaştı: ‘Yarın kıyametin kopacağını bilseniz bile bugün elinizdeki fidanı dikin.’” (Buhari, el-Edebül-Müfred s. 168.) Adam sözünü bitirip tam kapıya doğru çıkmaya davranmıştı ki Başkan Bora kürsüden çevik bir hareketle inip kalabalığı yararak adamın yanına kadar gitti. Onu hürmetle kucakladı. “Üstadım,” dedi “bizi biz yapacak, şehrimizi bizimle hemhâl kılacak tavsiyenize ihtiyacımız var. Bizden bunu esirgemezseniz çok memnun oluruz.”
Tebessüm etti adam. Kafasında hazır olanı dışa vurmanın rahatlığıyla konuştu: “Anbean Günbegün Yolda Olanlar Cemiyeti desem size bir şey hatırlatır mı?” diye sordu. Cevabı karşısındakinden beklemeden sözüne devam etti: “Ya da Kıyamet Günü Fidanını Dikebilenler Teşekkülüne ne dersiniz?”
Başkan Bora başta olmak üzere kalabalık tarifsiz bir heyecan yaşamıştı bu teklifi duyar duymaz. Kasabanın en yaşlısı Ferit Reha Bey, Başkan Bora’nın kulağının dibine sokularak “Bu o!” diye fısıldadı. “Geçen hafta onu bir grup öğrenciye ölüm bilgisi dersi verirken görmüşlerdi.”
Bora Başkan: “O bu mu?”
Ferit Reha Bey: “Evet ya, o kişi bu kişi! Yolunun üzerinde bir sürü kapı olmasından tanıdım. Merdub Bey yarını, Zerdali Hanım dünü önerirken o bugünü teklif etti bizlere. Elindeki fidan da bugünler içindi. Dün geçip gitti, yarın gelir mi gelmez mi bilinmez, tek garantimiz elimizde bir fidan gibi tuttuğumuz bugün ve şu andır doğrusu. Elimizi çabuk tutup Anbean Günbegün Yolda Olanlar Cemiyetinin kuruluşuna başlayalım. Kıyamet kopmadan!”
Başkan Bora, Ferit Reha Bey ile konuşmaya dalıp gitmişken yolun oğlu olan adam geride kalanlara, “Allaha ısmarladık.” dileğini bırakarak çoktan yola revan olmuştu bile. Ne de olsa avuçtaki fidan beklemeye gelmezdi.