Edebiyat, hayatın dille inşasıdır. Dil hayatı, hayat dili inşa ederken kesişme noktalarından biri de edebiyattır. Hayata dair her şeyle ilgilenir edebiyat. Gelişiyle gündelik hayatımızı yeniden tanımlayan ve alışkanlıklarımızı ters yüz eden ramazan ayının elbette edebiyatta bir karşılığı var. Klasik edebiyatımızda “ramazanname” yahut “ramazaniye” adıyla bir türe isim veren bu ay, günümüz nesrine damgasını vuran yazarların kalemlerine de ilham kaynağı oldu. Biz de onların kalemlerinden geçmiş ramazanların şimdikinden farklarını ve ortak paydalarını okuma fırsatı bulabiliyoruz. Ramazan ve oruç elbette değişmiyor. Ancak oruç tutan insanlar değişiyor, on bir ayın sultanını yaşama pratikleri aynı kalmıyor, ramazan ayının kültürümüze etkileri farklılaşıyor.
Ramazan elbette kendi kurallarıyla gelir. İnsanı, diğer on bir aydaki konfor alanından çıkartır. Dolayısıyla kendi kurduğu atmosferde nefsimizi terbiye eder ramazan ayı. Biz bu ay vesilesiyle konfor alanımızdan çıkınca eşyaya olan köleliğimizden nasıl kurtulacağımızın, özümüzün nasıl gürleşeceğinin yol haritasını sunar bu ay. İnsanın kendi içindeki değişmeyen özünü yeniden hatırlaması için konfor alanından çıkması şart. Sezai Karakoç, Samanyolu’nda Ziyafet adlı kitabında orucun ajandamızı değiştirmesinin anlamını şu cümlelerle ifade eder: “Gündelik alışkanlıklar terk edilmiştir. Özge bir oluş ile gün başlar. Yücelten anlamın ışığında vakit daha bir kıymet kazanır. Zaman ve eşya gerçek anlamına kavuşur. İnsan bu değişikliği gün içinde derinden duyar.”
“Biz oruç tutuyoruz oruç da bizi tutmalı, oruç da acıkır.” diyen İslam medeniyet tasavvurunun merhum şairi Sezai Karakoç, “İnsan ve Oruç” şiirinde orucu bir diriliş muştusu olarak, bir armağan olarak anlatır:
“Oruç, ruhun sesi gelir her yıl
Gümüş topuklarını dokundurur kalbimize
Vücut dönmeğe başlar bir tapınağa kurban gibi
Yapılır örtülür uçurumları yakan dualardan
Ten ruhun avuçlarının içinde
Hilkat günlerinin yeniden oluşun terlerini döker
İnsan gecesini değiştirir gündüzüne erer
Bir mevsime döndürür zamanı hiç değişmeyen
İnsanın olma vaktidir bu erme fırsatı
Ruh emzirir anne gibi yeri göğü fecri
Yeni bir insan gelip nöbete duracaktır
Eskisi çürümüş bir heykel gibi devrildiğinden
Ey oruç, diriltici rüzgâr, İslam baharı
Es insan ruhuna inip yüce ilham dağından
Kevser içir, âbıhayat boşalt kristal bardağından
Susamış ufuklara insan kalbinin ufuklarına”
Oruç tevazu ayının ibadetidir. İnsanın doğasına yaklaştığı bu ayda başka bir iftar tavsiye ediyor Arif Nihat Asya. Şair, kapsayıcılığını âdeta bütün tabiatta hissettiği orucunu “karla” açtığı şiire döküyor:
“Ey karlı köyüm, beyaz köyüm hûr yayla,
Bir gün ki oruçluydu yamaç, dam, tarla
Yoldaydım uzakta okunurken ezanın,
Bir dağ tepesinde iftar ettim karla.”
Ramazan niçin sevilir? Cevabını Yakup Kadri Karaosmanoğlu yazıyor. Ramazan ayının “büyümenin”, “olgunlaşmanın” alameti olmasını büyüyen bir çocuğun gözünden anlatıyor yazarımız. O, hatıralarını yazdığı Anamın Kitabı’nda ramazan ayını niçin sevdiğini şu sözlerle ifade eder: “Ben Ramazan’ı yalnız yarı bir tatil ayı olduğu için değil, ben Ramazan’ı yalnız buram buram simit ve pide kokan akşamları için değil; ben Ramazan’ı yalnız iftar sofraları, sahur hoşafları, davulu, topu, Karagöz oyunları ve sabaha kadar ışıl ışıl ışıldayan minareleri için değil; bana büyükler arasına karışmak fırsatını veren vaazları ve teravih namazları için de severim. Bunu hak etmek gayretiyle çok defa büyüklerle oruç tuttuğum, bazen de birtakım şer-i hilelere başvurup oruçlu göründüğüm olurdu. Sahur yemeklerini hiç sektirmezdim…”
Yahya Kemal Beyatlı… O, insanın oruca; orucun da insana açlığının giderilmediği hâlleri anlatan bir şiir yazmıştır. Bu şiir, içinde anlamlı bir teselli de barındırır:
“Tenhâ sokakta kaldım oruçsuz ve neş’esiz.
Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı
Hadsiz yaşattı rûhuma bir gurbet akşamı.
Bir tek düşünce oldu tesellî bu derdime;
Az çok ferahladım ve dedim kendi kendime:
Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür;
Madem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür.”
Ramazan bir gün çıkagelir hayatımıza. Gelişi çok önceden bilinse de bir “sürpriz” olmadığı söylenemez. Takvimlerde yıllar sonraki ramazanların tarihlerinin bile işaretlenmiş olması, ilk sahuru, ilk iftarı, bayramın ilk kahvaltısını birer büyük sürpriz olmaktan çıkarmaz. Halide Edib Adıvar ise çocukluk günlerini anlattığı Mor Salkımlı Ev’de ramazan ayının gelişini anlatır. Onun anlattığı da Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun anlattığı gibi bir büyüme hikâyesinin bariz parçasıdır: “Ramazan başlamıştı. Önce sokaktan geçen erkeklerin ve çocukların ellerinde bir yandan öbür yana salladıkları fenerler, odanın perdelerinde ışıktan yarım daireler çizerek geçiyorlardı. Sonra sahura kaldıran davul… O günlerde İstanbul’un bu kısmı sadece eski ve geniş saçaklı ahşap evler ile dolu idi. Ramazan gecelerinde Ahmet Ağa beni Karagöz’e de götürürdü. Üsküdar çarşısında büyük bir kahvede oynarlardı. Sokakları kalabalık kız erkek alay alay çocuk hatta büyükler kahvenin bahçesine dolarlardı.”
Refik Halit Karay, Üç Nesil Üç Hayat adlı eserinde Abdülaziz, Abdülhamit ve Cumhuriyet diye adlandırdığı üç dönemi ve bu dönemlerin yaşam biçimlerindeki değişiklikleri ele alırken söz ramazana gelince “Ramazan ayı boyunca şehrin ileri gelenlerinin iftar verme geleneği meşhurdu. On bir ayın bir sultanı unvanıyla anılan Ramazan, her şeyden evvel, boğaz ve mideyle alakadardı; bu ayda bazen israf denilebilecek bir bolluk hüküm sürer; İstanbul, en nefis yemeklerin her ‘Merhaba’ diyene sunulduğu muazzam bir imarethaneye dönerdi. Büyük konakların iftar sofrasında yer almak için tanıdık olmaya lüzum yoktu ki…” der. Ramazan ayının değişenlerini ve değişmeyenlerini en güzel anlatan bölümlerden biri Refik Halit’in bu kitabında yer alır. Kitap bütünüyle kuşaklar boyu bir değişen ve aynı kalanlar denemesidir. Karay’ın keskin gözlemleri ve ironi yüklü metinlerinin en özel seçmelerinden biri Üç Nesil Üç Hayat’ta toplanır.
Ahmet Rasim, Şehir Mektupları’nda İstanbul ramazanları için “Çok şükür eriştirene? Günleri sıralayan Allah, oruçlu olan ümmetin hepsini yardımıyla affetsin! Ramazan denildi mi iftarın, teravihin, sahurun hatıra gelmemesi mümkün mü? Fakat arada mahya, davul meraklılarını da unutmak olmaz.” diyerek söze başlar.
Necip Fazıl Kısakürek, ramazan duyarlığına daha doğrusu duyarsızlığına farklı ve eleştirel gözle bakar. Ramazanın belli alışkanlıklara indirgenip dünyevi bir şekilden ibaretmiş gibi davranılmasını kınar. Bir eğlencenin gürültüsünün perdelediği asli manayı hatırlatır okuruna:
“Karagöz seyri değil, gözyaşı dökme ayı,
Bilinmezi bilirler, bilseler ağlamayı...”
Bağlamından çıkarıldığına inandığı bu ayın gerçek anlamına vurgu yapar şair. Yine Necip Fazıl, divan edebiyatındaki “oruç bereketi”ni ve bu ayın ihtiva ettiği “kavuşma” fırsatını şu beyitle dile getirir:
“Ramazan mübarek ay, müminlerin balayı,
Hatırla der suyu bal, kaybedilmiş sılayı...”
Ruşen Eşref Ünaydın ise iftarı bekleme imtihanını şu sözlerle anlatır: “Hâlâ beklenen top atılmazdı. O bekleme anlarında bazen ezgin, bazen tiz ses veren uzak yakın kapı tokmakları, kaba şiveli dilencilerin nakaratıydı. Hâlâ hatırımdadır: Bunlar, buğulu beyinlerde garip bir acıma ve rengi belirsiz merhamet uyandırırdı. Kızmak, kimsenin aklına gelmezdi.”
Faruk Nafiz Çamlıbel, ramazan huşusunu şiirleştiriyor:
“Alnımız secdede bulsun bizi her lahza ezan
Ve hazin ömrümüzün her günü olsun Ramazan.”
Ramazan, duaların semaya yükseldiği aydır. İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un duası, tam da orucun hangi insanı tutacağının işareti gibidir:
“Yâ Rab, şu muazzam Ramazân hürmetine,
Kaldır aradan vahdete hâil ne ise;
Yâ Rab, şu asırlarca süren tefrikadan
Artık ezilip düşmesin ümmet ye’se.”
Hüseyin Rahmi Gürpınar Son Arzu romanında on bir ayın sultanını şu sözlerle anlatır: “Ramazan her yana bet bereket getiren, en çok yenilip içilen pek kutlu bir aydır. Bu kutlu ayın girişinden önce, gücüne göre, zengin, fakir herkes kilerini reçel, pastırma, sucuk, peynir, makarna, güllaç ve benzerleri ile doldurur. Bu ayda sokaklarda başıboş gezen köpeklere varıncaya dek hiçbir kimse aç kalmaz. Ve hemen her aile çorbasıyle, tuzlusuyle, tatlısıyle, hoşafıyle, soğukluğuyle iftar eder. Soylu zenginlerin konaklarında sofralar hemen herkese açıktır. Kapı çalan dilenciler, boş döndürülmez. Herkes yer, yedirir. Bu, eşsiz bir bol bol yedirme, doyurma, ağırlama ayıdır.”
Ramazan ayının edebiyattaki yansımaları elbette bunlardan ibaret değil. Ancak bir hurma çekirdeği miktarınca alıntı yapabildik burada. Edebî metinlerdeki ramazan literatürü keşfedilmeyi bekliyor.
Günümüz şiirinin en önemli temsilcilerinden Ahmet Murat’ın “İlk Oruç” şiirinden bir kıtayı anarak yazıyı bitirmek isterim. Yine bir çocuğun özne olduğu bir şiir. Bu sefer farklı olarak edebî metinlerdeki çocuk ve ramazanı bir araya getirirken şair Ahmet Murat, geçmişe değil kendi çocuğu üzerinden geleceğe atıfta bulunuyor. Bir “olgunlaşma”, “rüşt ispatı” şiiri de değil “İlk Oruç”. Bu sebeple edebiyattaki ramazan temasını değerlendirirken şimdiden kendine özgü bir yere ve anlama sahip olduğunu söylemek mümkün bu şiir için. Ramazan bir tema olarak edebiyatımızda yer almaya devam edecek. Her mısra, her öykü, her roman, her hatıra dil üzerinden hayatımıza yeni bir söz, yeni bir bakış, yeni bir perspektif katmaya devam edecek.