Bingöl’de müderris bir dedenin torunu olarak dünyaya geldiniz. Babanız ise köyünüzün imamıydı. O iklimde sizi yıllar sonra edebiyata sürükleyecek ilk rüzgârlar nelerdi Hoca’m? Büyüklerinizden, köy meclislerinizden neler dinlediniz?
Müderris dedemin odasındaki kitaplar arasında büyüdük. Dedemizi biz görmedik. 1940 yılında rahmetli olmuş. Babamın on bir yıl çocukları olmamış, on ikinci yılında ağabeyim, peş peşe beş erkek çocuk dünyaya geliyor. Babam eğitmendi. 1850’li yıllarda ailemizin yaptığı cami 1930’lu yıllarda yıkılmış. Babam eğitmen olduğu 1947 yılında, üç yıllık eğitmen iken camiyi yapmaya karar veriyor. Köyde hiç kimse destek olmuyor. Yalnız başına inşaata girişiyor, komşu köyden Kalfa Mehmet Ağa’yı getiriyor, bizim evde kalıyor. Duvar işçiliğinde de yardım ediyor babam. Annem sırtında sırtlık ile iskeleye taş taşıyor. Annem bana hamile, iskeleden düşüyor bir süre yatmak zorunda kalıyor.
Komşu köylerden veya bizim köyden bulduğu birkaç ameleden de yardım alıyor babam. Camiyi bitirdikten sonra fahri olarak imamlık görevini yapıyor. 1960 yılı temmuzunda vefatına kadar bu görevini de sürdürüyor. Ben babamın yanında ilkokul üçüncü sınıf dâhil okudum. O yıl vefat etti. Dedemin bir vasiyeti olmuş: “Kitaplarımı dağıtmayın, çocuklarımdan biri bunlara sahip çıkacak.” Bu, köyde ve çevrede biliniyordu. Babam İstanbul’dan getirttiği gazeteleri bize okuturdu. Ağabeyim matematikte iyi idi ben de Türkçede. Diğer kardeşlerim babamın sağlığında henüz okul çağında değildi. Babam bizi okutmak istiyordu. Anneme bunu söylerdi.
İnsanın anlatma ihtiyacı nereden neşet eder? Şiir, deneme, öykü ve romanı dâhil ederek soracak olursak; edebiyatın tetikleyici unsurları, itkileri, sebepleri nelerdir sizce?
Kitapların büyülü dünyasında büyüdük. Dedemin manevi yoğunluğu, hayatı anlatılırdı. Babam bize kitaplar okur ve okuturdu. Evdeki sohbetler hep manevi idi. Komşumuz Rokuş ninemiz vardı, o, kış gecelerinde yanmakta olan odunları karıştırır, kızıştırır, harlandırır ocak başında bize masallar anlatırdı. Köyümüzde dedem tarafından medrese açılmış sonra da kapatılmıştı. Köyümüzün kültürü komşu köylerden farklıydı. O zaman hayatta olan yaşlı komşu ninelerimiz vardı. Onlar medresede eğitim almışlardı. Biz onları da gördük. Fadiman ile adları Elif olan iki nine vardı. Çocukluk ve gençlik yıllarım köyde geçti. Bu, yirmi beş yaşıma kadar sürdü. Doğanın sonsuz güzelliğini doyasıya, bilinçle yaşadım. Bilinçle diyorum, çünkü on yedi yaşımda dedemin bir talebesi Süleyman Güler, biz onu “sofu amca” diye bilirdik, İstanbul’da yaşıyordu. Komşu köylümüzdü. Dedemin kabrini birlikte ziyaret ettik, Kur’an okuduk. Cuma günüydü. Ben müezzinlik yaptım. Namazdan sonra cami imamına (babamın dayısı idi), “Kâtibi Efendi, bu çocuğu imam hatip okuluna gönderelim. İkimiz ona yardım edelim.” dedi. On yedi yaşımda ortaokul birinci sınıfa valilikten özel izin alınarak kaydım yapıldı. Okulun kütüphanesinde Doğu ve Batı klasiklerini okudum. Bunları neredeyse bitirdim. Tatil zamanlarımda köyde hayvanları güderken, tarlada ekin biçerken sürekli kitap okurdum. Elimde kitapları okurken doğayı da okuyordum. Okul zamanlarımda annem, kendisine gelen fitre, zekât ve yardım paralarını harçlık olarak bana gönderiyordu ben de onunla sürekli kitap alıyordum. O zaman yerel gazetelerde şiir, öykü ve fıkralar yazdım. Kalem alışkanlığım oldu. 1973 yılında Millî Gazete’nin açmış olduğu hikâye yarışmasında “Tıkırtı” başlıklı öyküm mansiyon aldı, gazetede yayımlandı. Bu benim için bir süreç oldu.
“Güzellik Duygusu” adlı yazınıza, “Allah güzeldir, güzeli sever.” hadisi ile başlıyorsunuz. Sanatın başlangıç noktası olarak da Yüce Allah’ı gösteriyorsunuz. İlahi sanatla modern sanat arasında nasıl bir ilişkiden, nasıl bir ayrışmadan söz edilebilir?
Kâinat bütünüyle bir güzellikler manzumesidir. Onu anlayabilmemiz ve tanımamız için dikkatle bakıp düşünmemiz gerekir. Kutlu uyarı da böyle değil midir? Kâinatın kendisi asıl şiirdir. Sanat bir güzellik çabasıdır. Bütün alanları için böyledir. Güzeli, en güzeli oluşturmak. Şiir, öykü, mimari, musiki ve diğerleri. Yaşarken, düşünürken ve yazarken güzel düşünmek hayatımızın ilkesi. Güzelliklerin tanımlanması ve yaşanması birlikte olunca anlamlı olur. Doğayı doyasıya, en içtenlikle yaşamış olmanın getirdiği bir imkân bu. Güzel ahlak, güzel yaşama bizim düşünce geleneğimizin özünü oluşturur. Biz çocukken akranlarımız gibi doyasıya çocukluk yaşayamadık. Şöyle ki büyükler bizim davranışlarımızı dedem ile ölçüyorlardı. “Siz Efendi’nin torunlarısınız.” denilince bir yerde dururduk. Erken yaşta olgunlaştık desem yeridir. Küfürlü, kaba konuşmak, neredeyse eğlenmek bile bize yasaktı. Şunu kendimize ilke edindik: Manevi olarak sağ ve sol omuzlarımızdaki yazıcı meleklerin varlığını hep hissetmek. Bunu yazı ve düşünce hayatımız boyunca şah damarımızda akan kan gibi duyumsadık. Sert konuşmayı sevmem. Bu, yazıma da yansıyor ister istemez. Yazı ve düşünce çabamızın özünü güzellik taşır. Evet, bu hadis kutlu bir nazar boncuğudur boynumuzda, sevgiyle taşıyoruz. İlkokuldan sonra beş yıl boyunca babamın dayısı Kâtibi Efendi’den Kur’an dersleri aldım. Onun müezziniydim. Bizden önceki yaşlı kuşaktan sonra Kur’an dersi alan ve öğrenen ilk çocuktum. Benimle birlikte komşuların çocukları da geldi. Ailenin manevi ağırlığı, aldığım eğitim, imam hatip okulu sürecim hayat yolculuğum oldu. O sırada Üstat Necip Fazıl’ın Büyük Doğu, Sezai Karakoç’un Diriliş ve Nuri Pakdil’in Edebiyat dergilerini tanıdım, yoğun okumalar yaptım. Üniversitede iken Mavera dergisi çıktı. Sonra da o derginin yazarı oldum. Bu sürecim benim olgunlaşma dönemimdir.
Türk öykücülüğünde metafizik alanın büyük oranda ihmal edildiğini görüyoruz. Söz gelimi Sezai Karakoç’un öyküleri, büyük bir imkân ve aynı zamanda parantez olarak orada duruyor. Cumhuriyet Dönemi hikâyemizin mistik, metafizik alanda bir derinleşme sağlayamamasının sebebi nedir?
Yayımlanan ilk öyküm “Tıkırtı”da insandaki çürümeyi anlatıyordum. Bir ağaçkakanın bir ağacı kemirmesi gibi. Bu, okuduğum, içinde bulunduğum ruh ortamında doğdu. O dönemde sağ, sol, İslami görüşlü bütün yazarların eserlerini okuyordum. Yaşar Kemal, Bekir Yıldız gibi toplumcu yazarları, Rus edebiyatının klasik eserlerini, sağcıları; Varlık, Hisar, Türk Edebiyatı dergilerini okuyordum. Okul kütüphanesine gelen dergiler vardı, onları da okurdum. Diriliş ile Edebiyat dergilerindeki öyküleri, yazıları okudukça anladım ki onlar benim ruh dünyam ile örtüşüyordu. Diğerleri bana yabancı geliyordu. Maksim Gorki’nin Ana romanı toplumcu gerçekçi Türk yazarlarından daha yakın bile geliyordu desem yeriydi. Çünkü o eserlerde Rus insanını iyi tanıyor ve biliyorsunuz. Üstat Sezai Karakoç’un eserleri bir bütün olarak beni besledi. Şiiri, öyküleri, yazıları... Rasim Özdenören’in öyküleri benim için ufuk açıcı oldu. Cahit Zarifoğlu dâhil onlar benim ustalarımdır.
Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat, Mavera, Yedi İklim dergilerini ve bu dergilerin çevresinde oluşan edebî, estetik birikimi düşündüğümüz zaman insan sormadan edemiyor: Dergiler, düşünce ve edebiyat tarihimizde nasıl bir işleve sahiptir?
Sözünü ettiğiniz dergiler bizim düşünce ve sanat izleğimizi oluştururlar. Buna Yönelişler dergisini de eklemek gerekiyor. Düşüncenin sanatla, estetik bir özle sunulması büyük bir etki uyandırdı, bir dönüşüm sağladı. Sağın sıradanlığı, solun materyalist yapısı ve yabancılığının yanında kendimizi bulduğumuz hakikat ve düşünce alanı oldu Büyük Doğu ve Diriliş akımı. O zaman şöyle bir soru sorarsak aslında ne demek istediğimiz anlaşılır: Sıralanan bu düşünce ve sanat dergileri olmasaydı, materyalist düşüncenin sağ ve sol baskınlığı ne olacaktı? Kaldı ki Batıcı ruhun ağırlığı hâlâ var. Bugün sol düşünce artık o keskin sol değil. Liberal Batı düşüncesine evrilmiş hâldedir. Sağ ise milliyetçi ve ırkçı bir çizgide tutunmaya çalışıyor, kendisini yenileyemiyor. Diriliş akımı, onları da yakın zamanda kısmen etkiledi. Değişim ve dönüşümde zorlanıyorlar. Günümüz dergilerine bakıldığında bu görülüyor. Solun Marksist ağırlığı ve keskinliği yok. Zaten onların bir dönem salon ve slogan keskinliğinin yolu çoktan tıkandı, arkası gelmedi.
Sizinle özdeşleşmiş bir dergi Yedi İklim. Pek çok isim için atölye olmuş, mektep olmuş bir dergi. Oradaki mesainiz dolaysıyla güncel edebiyatın nabzını takip etme imkânınız oluyor. Bugünün yazarlarına, gençlere kuş bakışı baktığınız zaman neler görüyorsunuz: Nasıl yazıyorlar, neleri yazıyorlar, artıları ve eksileri nedir size göre?
Yedi İklim dergisi; Diriliş, Edebiyat, Mavera ve Yönelişler izleğinde. Sanat ile düşünceyi birlikte özümseme, oluşturma çabasında. Elbette edebiyat ama düşünce yoğunluklu bir edebiyat. Şu zamanda Filistin olayı insanlık ve Müslümanlar açısından büyük bir dram. Yedi İklim düşünceyi öncelediğinden, sanat putuna takılmadan çağa tanıklık olması bakımından bir “Filistin Özel Sayısı”nı çıkardı. Karşılaştırma veya kıyaslama için değil. Sağ ve sol diye bilinen dergilerde bu dramlar ve acılar hiç yaşanmamış gibidir. Diriliş akımı etkisinde olan dergilerde kısmen de olsa yer alıyor. Yedi İklim çıktığı ilk zamandan beri bu gibi durumlara yabancı kalmıyor. Sorumluluk bilinci ve duygusu ağır basıyor. Biz öncülerimizin elimizden tuttukları, bizi yönlendirdikleri yolda düşünce geleneğimiz bakımından titizlikle ve ısrarla yürüyüşümüzü sürdürüyoruz. Yetenekli bulduğumuz gençleri gün yüzüne çıkarmak için çabalıyoruz. Bunun elbette bir riski de var. Elinden tuttuklarınızın, yol açtıklarınızın sürekliliği ne kadardır, ona bakıyoruz elbette. Edebiyat ve tanınmayı ilke edinenler bizden kopup gidiyorlar. Popüler olmayı tercih edenler oluyor. Bunu da günümüz koşullarında doğal görüyoruz, çünkü böyle bir hayat anlayışı ağırlık kazanıyor. Ülküleri olanlar bu gibi durumlara takılmazlar. Dergimiz şu anda beşinci bir kuşakla yoluna devam ediyor. Baştan beri derginin çıracıları olarak birkaç arkadaş artık belli bir yaş olgunluğuna eriştik. Bizden sonraki kuşağa sorumluluklar yükledik. Şiir, öykü, deneme ve diğer yazılarla ilgili editörlerimiz var. Onlar bakıyor, son aşamada bizim elimizden geçiyor ve dergi şekilleniyor. Çok şiir geliyor, şiir okumadan şiir yazanlar var. Onların hızına yetişemiyoruz. Bir hafta boyunca gelen onlarca şiirin içinden çok azı şiir olarak çıkıyor. Öykü de böyledir. Geliyor, eliyoruz. Yayımlamadıklarımız başka dergilerde çıkıyor ya da sosyal medyada paylaşılıyor. Onlar kendilerini şair ve yazar olarak görmeye başlıyor. Bir de kimi yayınevleri ve kurumlar para karşılığında eserler basıyor. Örnek olsun, anlatayım. Bir genç, iki şiir kitabı çıkmış. Şiir gönderdi, bir şiirini yayımladık bir ön adım olsun diye. Peş peşe şiirleri geldi, yayımlamadık. Birden öfkelendi. İki kitabı var, sosyal medyada çok beğeni alıyor gibi tafrayla bizden uzaklaştı. Bunun gibi çok sayıda örnek var. Edebiyat dergilerinin sıkı okurları çok az. Eskisi gibi değil. Dergilere bakıyoruz elbette. Geliyor bize. Nitelik olarak düzeyin çok altında.
Yazarlığa başladığınız Ali Haydar Haksal ile bugün son metnini kaleme alan Ali Haydar Haksal arasında hiç değişmeyen veya çok değişen hususiyetler neler? İlk öykünüz “Tıkırtı”dan bugüne çok sayıda öykü kaleme aldınız. Geriye dönüp baktığınızda o uzun yol kendiniz hakkında size ne öğretti?
Kendimi kendimle kıyaslamak bana düşmez. Bu, eleştirmenlerin ve akademisyenlerin görevi. Bir de zamana bırakmak gerekiyor. Kalıcı mıyız değil miyiz, bunu zaman gösterecek. Ancak yapıp ettiklerimizden eminiz, bu bakımdan bir kaygımız yok. Öncülerimizin dikkatleri, bize yön vermesi yolumuzu açtı. Örneğin bu anlamda Cahit Zarifoğlu’na, Rasim Özdenören’e, Akif İnan’a çok şey borçluyum. Şiir ve öykü ile Mavera’ya gittim. Şiiri bıraktırdılar, öyküye ağırlık verdim. Yıllar sonra şiire döndüm. “Tıkırtı”dan sonra çok öykü yazdım. Adalar ya da daireler kurdum. Öykümün tarzını değiştirdim. Örneğin ilk öykülerimde ironi çok kuvvetlidir. Sürekli aynı tarzda yazmak tıkar, engeller. Bunun için adadan adaya, daireden daireye geçtim. Popüler olmayı tercih etmediğimden okurumuz ister istemez sınırlı oluyor ama asıl okuyucu budur bizim için, bizim gibi yazarların eserlerini okuyanlar. Edebiyatımızda bir ilki de ortaya koydum. Peygamber Efendimizin kimi rüya ve kimi davranışlarını öyküleştirdim. Modern bir anlatı ile. Rüya Rüya İçinde’ki öykülerim bu tarz. Bunlar bana dört halifenin anlatısını gerçekleştirdi. Romanlar yazdım. İlk eserim Evdeki Yabancı’dır. İlk eserimden memnunum.
Eserlerinizde “Doğu” neresidir, “Doğu Işığı” ne anlama gelmektedir? Bunu biraz açar mısınız?
Marmara Üniversitesinde yüksek lisans yaparken hocam Bekir Karlıga, François Chateaubriand’ın Paris-Kudüs Yolculuğu üzerine yazmamı istedi. Bu bir başlangıç oldu. Batılı düşünürlerin Müslümanlara, İslam’a, Osmanlılara, Türklere ve Araplara bakışı üzerine yoğunlaştım. Andre Gide, Oscar Wilde, Puşkin gibi birkaç yazarın Türkçeye çevrilmiş bütün eserlerini okudum. Bunları Doğu Büyüsü Ah Kudüs kitabımda topladım. Üniversitede hocam Orhan Okay bu çalışmalarımı önemsedi. Belli havzalara odaklanarak yazmamı önerdi. Bunun üzerine Endülüs, İspanya ve Girit’i bir havzada topladım. Bu serinin ilk eseri Doğu Işığı I, ikincisi Rus edebiyatının önemli isimlerinden Puşkin, Tolstoy, Dostoyevski ve Maksim Gorki’yi içine alan Doğu Işığı II olarak yayımlandı. Üçüncüsünü yayınevine verdim; Fransa bölgesi ve havzası. Bu çok daha geniş, hem edebiyat hem de felsefe var. Şu sıralar, Sicilya ve İtalya ayrı bir cilt çalışması olacak. Filistin merkezli yeni bir seriye de başladım. Bütün kültürlerin ve dinlerin çıkışı Orta Doğu, özellikle Kudüs’tür. Batı için Doğu denildiği zaman budur, bugün her ne kadar siyonizmin ağırlığı var ise de hemen Batılı bütün devletlerin yönelimi Doğu’dur yani Kudüs’tür. Doğu ise İslam’dır. Bu bakış açısıyla bu çalışmaları sürdürüyoruz.
Bu okumalarınızdan hareketle soralım: İslam düşüncesi Batı edebiyatını nasıl, ne şekilde etkiledi? Batılı metinlerde Müslümanlar hakkında nasıl bir zihin haritasıyla karşılaşıyoruz?
Medeniyetlerin ve kültürlerin buluşmalarında etkilenmeler kaçınılmazdır. İslam düşüncesinin etkisi 17. yüzyıla kadar çok belirgindir. Endülüs İslam medeniyetinin etkisi çok fazladır. Osmanlı Devleti’nin varlığı ve düşüncesinin etkisi de böyledir. Örneğin Şeyh Sadi Şirazi, Mevlana ve Muhyiddin İbn Arabi’nin etkileri çok açık. Bunun yanında felsefede, düşüncede İbn Sina, Farabi, İbn Rüşd gibi nicelerinin etkisi çok fazla. Bir örnek olsun diye; Dante’nin İlahi Komedya’sı tamamen İslami kaynaklardan beslenilerek yazılmış. Muhyiddin İbn Arabi’nin Fütuhat-ı Mekkiyye, İsra kitaplarından esinlenilmiş. Maari’den, İmam Gazzali’den etkilenilmiş. Cervantes’in Don Kişot romanı da böyledir. Batı edebiyat ve düşüncesinin dönümleridir bu eserler.
Ve Filistin meselesi. Nesiller boyu kendini yenileyen bir siyonizm zorbalığı. Bugün soykırım boyutunda devam ediyor. Çocuk cesetleri karşısında kitaplar, edebiyat, şiir, öyküler bütün anlamını yitiriyor. Tam bu noktada belki en başta niyetlendiğim soruyu sormak istiyorum size: Edebiyat ne işe yarar?
Bizim sorumluluğumuz çağa tanıklık etmek. Eğer biz bunları kayda geçirmez isek zamanla unutulur. Siyonizmin en büyük başarısı sinemada, romanlarda, anlatılarda sürekli kendilerini gündemde tutmalarıdır. Çanakkale Zaferi’ni bugüne taşıyan, Mehmet Akif’in Çanakkale şehitlerine yazdığı şiirdir. Tarih kitapları, anlatılar bellekte yer etmez. Edebiyatın gücüdür bu. Biz Yedi İklim dergisi olarak ikinci kez Kudüs ve Filistin özel sayıları yaptık. Çağa bir tanıklık olarak kayda geçiyoruz. Bunlar asla unutulmayacak. Üstat Sezai Karakoç’un başlattığı bu çaba en etkili alandır. Şiiri, düşüncesi edebî bir öz ile sunuldu. Bizim de yapmak isteğimiz budur.