Ses, Renk, İnsan ve Kanat ve Dua

Yer erguvanlarının açtığı mevsimdi. Kafasını gökyüzüne kaldırdığında gördü onları. Halka olmuş şehrin üzerinde dönüyorlardı. İklim, zaman, insan ve şehir değişmiş de o yapayalnız bir ağaç gölgesinde kalakalmış gibi garip bir sezgi sirayet etti kalp kafesine!

Şimdi ne yapacaktı?

Gitse olmaz! Kalsa olmazdı…

Şeylerin anlamına kafa yormaktansa, şey ya, deyip yaşayıp gidenlerin içinde nasıl da yaban hissediyordu son günlerde kendini… Kuşlar döndü! Koyu gri renkleri vardı. Yalnız, yalnız boyunlarının altları pembeydi bu kuşların! Pembe kuş mu olurdu? Flamingoları hatırlayıp gülümsedi. Ama bunlar onlar değildi. Burası bin türlü kuşun geçip giderken uğrak yeri ettiği yol üzerindeydi. Ya bir ötüş ya bir tüy ya da bir dışkı kalırdı gidenlerden geriye. Olsun. Tek bir zerre hükmedebilirdi evrene. Yeter ki Tanrı bunu böyle istesin. Ama başkalık vardı bu uçuşta. Bilinmeyen bir müziğin sesiyle dalga dalga seriliyordu gökyüzüne kanatları ve havaya bir serinlik yayılıyordu… Uzaktan, çok uzaktan bir karga sesi duyuldu. Bunlar karga da değildiler! Ama karganın bildiği kuşlardı demek! Şehrin gökyüzünde pembe bir rüya dönüyor, o, sırtını yasladığı ağaçtan derin maviliğe, pembe su gibi salınan okşayışa hayranlıkla bakıyordu. Evet evet hayranlık! İçinde, yüreğinin dehlizlerindeki karanlıklar önce yıkanıyor, paklanıyor sonra pembeye boyanıyordu… Elinin ayasıyla tam önünde duran yer erguvanlarını yokluyor, açık mor bir kokunun gönlüne dokunmasını istiyordu. Ama o da ne? Israrla zaman pembeye boyanıyordu. Ah bir de sevseydi bu rengi hiç gam yemezdi ama neyse! Ellerini göğe kaldırıp nefesini sona dayadı. Sesi çıkmıyordu.

Bir bilinmez zihnini, kalbini, sesini yönetiyor ve ondan tek şey istiyordu: Sus ve izle!

İnsan ne çok konuşuyordu aslında.

Son günlerde kendisi de hep bundan muzdarip değil miydi?

Hiç susmayan insan neyi duyabilirdi ki?

Bilinmezin bildiğine uyup sus getirdi. Susmakta hep hayır vardır diyen babaannesini hatırladı. Kaç zaman uzağındaydı? Uzak neresiydi? Yeniden baktı yukarıya ve göğün mavi kulpuna, tutunmak, yükselmek, kuş olmak istedi ve sessizce uçmak! Ötmeyi unutan kuş mu olurdu? Sahi, yedi kat göğü tavaf eden bu kuşların hiç sesi çıkmıyordu… An kendi içinde eviriliyor, kâh insan oluyordu kâh kuş ama asla ses olmuyordu… Sessizlik ne iyi gelmişti ona. Susunca her şey daha derinleşiyor ilk anlamlarına geri dönüyordu. İnsan susunca ilk anlamına döner de kendini bulur muydu? Kendini bulan insan kuşları kaybeder miydi? Kalbini göğe uzattı. Ses içinde sessiz bir cümle gelip dokundu kalbine. Bu bir dua idi. Bir seven duası! Anlayan, sarılan, arka çıkan bir dua! Sahi, dualar da çoğu sefer sessiz haykırışlar değil miydi? Öyleyse susmalı. Göğsü pembe kuşlara kulak vermeli. Zamanın insanı sessizlikle sınayışına arka çıkmalıydı ki gökyüzü birden karardı ve yağmur başladı. Damlalar öyle iri öyle soğuk öyle öfkeliydi ki kuşları kaybetti. Pembe zamanı griye, koyuca bir griye boyayan da neydi? Düşündü ve buldu. Kalbine ağır gelen her ses yerli yerinde duruyor, onları ne atabiliyor ne de onlara susmalarını söyleyebiliyordu! İşte, insan kalbinden ibaretti. Kalbine sakladıklarından! Anladığı bu şeye aldırdı ve tek tek onların yaşandığı kalbe kaydedildiği zamanlara geri döndü… Çocuktu, ilk azarını yemiş, utanmış, yanakları koyu pembe bir renk almış, üstüne üstlük anladığı bu şey onu daha da utandırmış ve pembe kırmızıya dönmüş, kendine içinden haykırmıştı: Aptal! Her insan biraz aptal değil midir, diyen bir büyüğüne kulak verip rahatlasa da bu utancı kalbinin en derin yerine saklayıp sesini kaydetmişti… Sonraları boyundan, kilosundan utandı, saçlarından, hamarat olmayışından, güzel yazı yazamayışından, matematikten hep zayıf alışından, yalan söyleyemeyişinden ve… Ve sonsuz bir sürü şeyden! Şeylerin sesi vardır diyen doğru söylemişti işte! Bir erguvan zamanında kendini bulması için göklerden bir çağrı vardı… Kalbine kilit vuran gereksiz sesleri kuşların kanadına takma vakti gelmiş de geçiyordu ve bu kuşlar zamanın hikâyesini yazmak için Tanrı tarafından gönderilen saf bir duanın kanatlarıydı… Ayağa kalktı. Eğilip erguvan tarhına yaklaştı ve mor kokuyu içine çektikten sonra yeniden gökyüzüne baktı. Yağmur durmuş, gökkuşağı dağların üzerinde envaiçeşit renk saçıyordu… Kuşlar yoktu. Pembelik de… Ağır ağır kendine yaklaştı. İçindeki sesler yoktu. Ağzını açtı ve göğün maviliğine doğru bağırdı. Sesi vardı. İçindeki sesler geldikleri yere dönünce kendi sesini bulduğunu anladı… Gereksiz sesler zamanın rengini bile değiştiriyordu. Bundan sonra bazı sesleri kalbine almayacak, kapılarını kapatacaktı. Dışında ya da içindeki gereksiz, sahte, öylesine edilmiş cümlelerin seslerini hemen oracıkta unuttu. Zira kalbe fazla gelen şeyler onu tez öldürüyor, renkleri hep aynı görmesine sebep oluyordu. Bugüne kadar gördüğü birçok kuşun göğsü pembeydi lakin gri görüyordu. Çoğu insan da böyleydi. Tanrı’nın var ettiği renkleri kalbinin rengiyle görüyordu…

Koşmaya başladı. Yeşil tarlaları geçti. Mavi ırmağı, kaya rengi toprağı, hevesi ve şeyleri…